Blog Listem

Bu Blogda Ara

Sayfalar

31 Aralık 2007 Pazartesi

Solda ve Sonda 0

Sen bana hep adından bahset nedensizce; mide bulandıracak kadar gerçekçi anlat kendini. Erdemden bahset, sonra dürüstçe dürüstlükten. Ben hiç sıkılmadan usulca dinlerim; emin ol. Yetmeyince, ben sana insanoğlunu anlatayım; aklım ve gücüm yettiğince. Özü göçebe olan ve soluyan her bi yaratık kasvetli iradelerini örtbas ederken; milyarlarca insan ve soyu adına başlayalım beraber tükürmeye. Daha önce de yaptığın gibi yalnızlığı ve ölümü tanımla bana tüm şevkinle; yalnızlığımızı ve ölümlülüğümüzü ki 'kader' denen şeyi, yazılmışsa yazgıyı bir görevmişçesine öylece sürdürme hissini duyumsat bana; gövdenin kanın üstünü örtmekten yorulup da etin kalitesinin ve beyni perçinleyen eğreti düşüncelerin tükenişiyle birlikte…İlkel bir Tanrı yarat benim için; tüm uyumsuzluklarıyla. 'İnsan mı Tanrı'nın hatası, Tanrı mı insanın hatasıdır.' diye düşündürt sonra. Kuklalarının iskeletleşmesini arzulayıp, kitaplara inanmak şartıyla cenneti vadeden Tanrı'ya inat; tek tek yırtalım kutsal kitap sayfalarını, Tanrı katına daha fazla yüz akıyla çıkıp uzlaşma adına; izlenimsel asırlık inancın dinginliği can verirken. Saçmaca egemen olalım birbirimize, en büyük faşizan da Tanrı değil mi kendince? Yerçekimine yenik farklı bir gezegende; yenik ve tutarsız adalette sen benim en büyük silahım ol!
Benimle bir oyun oyna; ben Tom olayım, sen de Jerry. Tom hep aptaldı, bir dilim peynirle, Jerry'yi ablukaya alma yollarının hayalini kurardı. Oysa fareler hep pis, ısırgan ve hastalıklı olurdu ya da ben böyle bilirdim. Bakma kedilerin ömürlerinin %80'ini uyuyarak geçiriyor olmalarına; Tom tüm anti-kahramanlığıyla, uyumadan farenin peşinden koşar ve bıkmazdı. Jerry'nin hep kaçmasıyla oyunu bitir en iyisi sen. Jerry Tom'dan, Tom da herkesten kaçarak...
Bana psikolojide bir hastalık bul; ya da sen uydur, komplike semptomlar ve azami obsesyon babında. Kronik hezeyan eşliğinde, distimi takıntı de. Şizofreni teşhisi koy, beynindeki kirişleri kıramayan bana. Sağaltılamayan birşeyler bul; mizaçtaki kimlik ve benlik arayışında…
Sen bana lirik şarkılar bestele, cenaze marşıma sen imzayı at. Mozart'ın “Requiem”i ile beni uğurlarken, Dante’nin bataklığı Styx nehrine götüren Kharon ol ve Venom’un “Welcome to Hell”iyle beni cehennemde sen karşıla; zehir ol bana zehir. "Dünyevi Zevkler Bahçesi" adlı tablonun sağ tarafındaki cehennemden yer tut benim için, ama tablonun ortasında; zevkler bahçesinde buluşalım biz; bir daha dönmemek üzere kostümlü ruhlarımızla bis yapalım o tabloda; güçsüz bir bedene sığınmaktan alıkonulmamış, arayıştaki sembolik ruhlarımızla…Seninle içemediğimiz rakıyla mezarımda gravöl yap; son damlasına kadar. Hani filmlerdeki gibi. Tabutta kusursuzca rövaşata olmadığı gibi, toprağın en derininde de tıkanıp rövaşata yapılamayacağını; gömülme eyleminin galipliğini sen bana kanıtla. Mahsun'un tavus kuşlarına masumca ve içli sarıldığı gibi, sen de bana sarıl. Beni öp; tad alma hücrelerin tavan yaparken; dipsiz bir kokunun içe çekilip büküldüğünde göğüs kafesine konuşlanmasıyla (özlemsiz bir bulutu emen zifiri karanlık gibi) uyu benimle. Beraber uyurken, ölü iki bedenden daha huzurluca uyuyuşumuzla mükafatlandırt. Uyandığımızda ellerini saçlarımın arasında gezdir; 666 çığlıkları atarak. Gözlerinin içine bakanı taşa çeviren, 666 yılandan saç teline sahip Medusa'yı an gözlerimin iğreti uysallığına bakarak; ki beni sen taşa çevir, sonra kayalara. Dalgaları kayalara çarpan asi denizlerdeki, ölü denizcilerin gözlerini oyan martılar gönder bana; ağzımdaki salyayı gözlerine kan lekesiymişçesine dövmeleyen İblis’in türdeşi dehşetengiz martılar...
Bana bir ayna ver; kendilerini dev aynalarında kral zanneden veyahut aynanın arkasında çırpınarak kendi ikiyüzlü yansımasından uzaklaşarak kendi günahkarlığıyla örselenip de gizlerini kamufle etmeden, garipsenecek kişilikleriyle bağdaşmadan sunmaya çalışıp; organları çürümeden önce kibirli ruhunu küflenme özgürlüğüne tutsak eden kalabalıktan kaçıp; içinde olduğum fanusla beraber yerle yeksan edeyim payıma düşen yapay aynayı; çelik gibi egoları tatmin edip ve tüketip geldiğimde yanına; beyaz tenimi acıta acıta, her bi izafi cam kırıklarının üstüne basa basa, senin o hiç dolu kavanozu ben bu cam parçalarıyla bilinçlice doldurayım. Sense sağlam gözlüğünün camıyla daha gerçekçi ve esaslı, daha manalı bakarak inan bana; herşeyin solda ve sonda sıfır olduğuna… (Ruh ve beden onore edilse dahi)

29 Aralık 2007 Cumartesi

Hiç Açıcı

Ne için düşünür insanoğlu? Azınlıkta kalmak için mi, düşünüp düşünüp bir yere varamayıp da tekrar düşünmek için mi, hiçlenmek ve içlenmek için mi? Neden filozof olunulur ki? Düşünce enerjisi, soru sorma ve bilgi sevgisinden dolayı mı felsefe bu noktada başlar?
Biyografilere olan düşkünlüğüm, iz bırakabilmiş insanlara olan hayranlığım sonucu elde ettiğim ortak kanı şu; antik yunan felsefecileri ve daha sonraki düşünürler ile günümüzde 'aydın' diye adlandırdığımız kişilerin ilgilendiği konuların zıtlığı, ama hepsinin aynı şeyi ararken günümüzdekilerin kaybolduğu. Asırlarca önce yaşamış bilgeleri hep arayışa itecek, düşünmeye sevkedecek kavramlar belli ve hep aynı; erdem, Tanrı, ölümsüzlük, adalet, sonsuzluk ve ahlak... Kurcaladığımızda bizim de günlük yaşamda sorguladığımız, meraklandığımız şeyler birbirimizinkiyle aynı; hangi takımın kupayı göğüsleyeceği, trafik sorunları, maaşlardaki yüzdelik artışın miktarı, bu yılın vergi şampiyonunun kim olduğu...
Arşimet, Heraklitos, Pisagor, Epikür, Demokritos, Timon, Heredot, Çiçero, Aristoteles, düşünceleri uğruna ölümü göze alan Sokrates'in savunmasını yapan Platon, elinde feneriyle erdemli insan arayan Diyojen, felsefenin ilk temellerini atan Thales ve deliliğe övgüler yağdıran Erasmus gibi MÖ' ki düşünceleriyle günümüze kadar süregelmekteler. Çinli Konfüçyüs ise, başka bir uygarlığa ışık tutabilmekte yüzyıllardır.
16. yy.da İngiliz düşünür John Locke, Hollandalı Spinoza, Fransız düşünür Descartes, Voltaire düşünceleriyle çağa ışık tutmuş ve bilim adamları olarak da Isaac Newton ve Blaise Pascal bilimi de felsefeyle beraber önde götürmüş; 18. yy.da Fransız Diderot ve J.J.Rousseau dışında Almanların önderliğinde Schopenhauer, Hegel, Kant ve Nietzsche'yle belirginleşerek günümüze iz bırakabilmekte düşünce ve felsefe tarihi.
Peki yüzyıllar sonra günümüzde aynı çizgide peşinden koşulan ve hala tartışılan ne? Erdemsizlik mi, ölümlü olmamız mı, Tanrı'nın öldüğünü ve O'nu insanların öldürdüğünü söyleyen Nietzsche sonrası ve hatta öncesinde Tanrı arayışı mı? Ben söyleyeyim, düşünmeyişimiz ve düşünenleri önemsemeyişimiz. Gittikçe laçkalaşan bir toplumda, bizim düşüncelerimiz, böyle buyurdu zerdüştü, berdüşt yapmak. Ve hatta o kadar çılgınız ki; Nietzsche yaşasaydı tıraş reklamında oynatıp, Diyojen yaşasaydı, seçim meydanlarında oy verebilecek insan arayışına sokup, Thales'i yağmur duasına, Erasmus'u da deli diye hastaneye yollardık. Evet evet ben de suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet'le, rakımıza su katar, rakı sofrasında olurduk, ya da Pisagor'la black metal konserinde headbang eşliğinde matematik yapardık.
Bunlar hiçli bir arayışta hiçbirşey gelebilir size, içli bir bakış da.
Sorun saptırmamız aslında. Din; kutsal kitap ezberleyip; cennetin vadedilmesi, teknoloji; savaşlar için araç gereç yapmak, üretmek; sömürmek, kültür denen şey, klasik kitle kültürü, bilgi ise sadece eleştiren kişilerin entellektüel olarak adlandırılması çatısında olmuş. Elbette, ben burda teknolojiyi, popüler kültürü ya da eleştirmeyi kötülemiyorum. 'Herkes iyi olacak, ya da herkesin yaşam felsefesi, ahlakın payidar olmasında yatacak da' demiyorum. İnsanoğlu yüzyıllarca aynı çizgide olsaydı veya herkes eşit olsaydı, işte sorun orda olurdu. Günümüz egemenliğine sitemim. Para, iktidar, parçası olduğumuz popüler kültür ve hatta unutmadan egoizmin bizi istedikleri şekilde şekillendirmesi. Paran varsa; mutlusun, güçlüysen; yarışı kazanırsın, benmerkezcilsen; ayakta kalırsın, popülerliğin ne kadar içindeysen o kadar uyumlusun. Tuttuğumuz parti, dinlediğimiz müzik, hesap cüzdanlarımız bizi yansıtır olmuş ki oysa bunlar kendimize giden yolda araç olması gerekirken. Özgürlük anlayışımız bile, yapmak istediklerinin sadece yüzde onunu gerçekleştirdiği bir ülkede şekilde şekle girmekte; estetik kavramı bile güzellik ve genç kalma yarışı adı altında.
Ve yine günümüzde dünyayı sallamak; düşünce gücünde, varolmak; düşünce kabiliyetinde olmaktan çıkmış. Hiç olan olmuş. İç açıcı olan ne mi?
Shakira ve Beyonce popo popoya verip dünyayı sallamışlar kliplerinde. İzlediniz mi?

Nesine

Ne kadar tanıyabiliriz ki birbirimizi
Sen iyi, dünya da iyiyken
Sen kötü, bir tek sen kötüyken.
Kaybedecek birşey kalmamışken
Nereye imza atıyoruz ki?
Son sürat ve can pahasına.
İte kaka bir sevgi
Nesine sahip çıkılıyor ki?
Kendi savaşlarımızı verememişken.
Kapı aralığındaki ışık mı?
Ben görmüyorum.
Zor bir denklem mi?
Ben çözmüyorum.
Umudu nerde aramalıyız?
Olasılıklar mı?
Kesinlik senin içindeyken.
Kurtarıcı mı?
Kurtarmak senin elindeyken.
Ve kaptan yol almışken...

Pusula yönünü belirledi,
Dümen kilitlenmedi,
Yaklaşıyor gemiler.
Bak herkes dönüyor.
Sen uyurken.

25 Aralık 2007 Salı

Gecedeki camın yolu zamansız

Gece ikiye ayrılıyor sevgilim;
Gökyüzü karanlığa.
Yıldızlı bir gecede geleceksen
Yıldız çiçekleriyle gel.

Cam ikiye ayrılıyor sevgilim;
Parçalar kırılarak milyonlara.
Acısız geleceksen
Camlara basmadan gel.

Yol ikiye ayrılıyor sevgilim;
Mesafeler vuslata.
Uzaklardan geleceksen
Tüm benliğinle gel.

Zaman ikiye ayrılıyor sevgilim;
Saatler sayılara.
Tüketip geleceksen
Zamanın okyanuslarıyla gel.
Denizin yeli, gökkuşağının rengiyle...
Ardına bakmadan gel.
Anlar okyanusta kaybolurken.
Zaman kesişiyor sevgilim.
Geç oldu.
Gelme!

19 Aralık 2007 Çarşamba

Hayatsavar

İnsanoğlu neden dünyayı değiştirmek, değiştiremeyince düzeltmek, düzeltemeyince de anlamak ister?
Yaşadığımız bu komplike gezegen çok mu fazla ayağımıza düştü, yoksa burnu çok fazla uzadı da, tekrip etme eylemine koyulduk?
Bir yandan beynimizdeki kirişleri kırmaya çalışırken, diğer yandan da kafa tutmak çok zevkli olsa gerek bu azamet sahibi yer için. Biz insanoğlu tatminkar olmayıp, çok mu fazla seviyoruz tamahkarlığı. Yoksa bu kozmik evren hep mi cengaver kesiliyor karşımızda?
Çağ atlarken, gitgide ortaçağ zifiriliğine daha çok gömülüyoruz, tersine döndürmeyi de becerebiliyoruz ya.
Elastik beyinlerimizle ya satır aralarında, ya naif bir melodide, ya da her cam kare veya bir tuvalde dünyayı arıyoruz, ortaya koyduğumuz tavır mutlu olmakla ve buna çalışmakla belirginleşiyor.
Kendimizi dünyanın sekizinci harikası zannederken, dünyanın bize empoze ettiği kuralların esiri oluyoruz ve 'harikalık' kendini eğreti bir şeye bırakıyor ve gittikçe yavanlaşıyoruz.
Elde ve solda sıfır. İşleyişine hayran olmaktan, düzenine tükürmekten başka yapacak birşeye mahal kalmıyor.
İnanç, ahlak, gelenek, kanun ve bilgisizlikleri mimliyoruz ve düşüncesizliğe göğüs gererken, düşüncelerimize gem vurmak zorunda kalıyoruz, altın bir tepside çözüm önerileri sunulmayınca ütopik bir ülke ve yönetim hayali peşinde koşuyoruz; özgürlüklerle dolu. Gerçeklerle karşı karşıya kalınca set çekiyoruz herşeye. Kralı ya da kraliçesi olduğumuz ülkede, tacın da ironik birşey olduğunu görüyoruz. Yerçekimine karşı dünya gibi. Kral mı çıplaktı? Dünya çıplak...
Sevgi, saygı, anlayış ve erdem denen kelimeler figüratif gelip, değiştirmek için daha çok ayaklı beyinler ürerken, kendi sığınağımızda dünyaya karşı açılan cepheleri arttırıyoruz. Madem ki sınırlandırıldığımız, zorlandırıldığımız zaman özgürleşiyor, muktedir sahibi oluyorsak; değiştirmeye önce kendi alanlarımızda başlamak ve bunun sonucunda uyum sağlamaktan başka yol görünmüyor.
Dünya denen çemberin alanının (?) ortasında hayatı savınca daha bi akılsızlaşıyormuş insan. Daha çok irdeledikçe ve daha çok mutsuzlaşınca insan daha bi ustalaşıyormuş. Hayatı uzaklaştırma ve yaklaştırma ikileminde alamadığım kararlar sonucu çizdiğim yolda ilerlerken, Ahmet İnam'ın bir yazısını yad ediyorum...

'Alisilagelmis bakisla, düsünen, arastiran, sorusturan, elestiren insanin mutsuz olmasi gerektigine inanilir. Dünyadaki gidise "akli eren" insan, oradaki akildisi akisi, haksizligi, sömürüyü, aciyi, iletisimsizligi, kisacasi dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydin mutsuzdur; gördügü karsisinda; gördügünü düzeltmeye çabalamasindaki yetersizligi karsisinda. Düsününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasil düstügünü görmüstür, kendinin ve insanligin. Düsünüyorum: o halde mutsuzum der. Mutsuzluk dünyayi degistirmenin bir gerekçesi olur; yalniz gerekçesi degil, itici gücü, enerjisi. Mutsuzlar, dünyaya isyan edip, dünyayi degistirmeye, dönüstürmeye çabalayacaklardir. Mutsuzluk, uyumamanin, uyanikligin, isyanin, elestirinin bir itici gücüdür. mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir. Oysa, mutlu, tam bir salaktir. düsünme gücünden yoksun, bilgisiz oldugu için mutludur. Aydin mutlu olamaz; o denli çok kaygisi; içinden bir türlü çikamadigi kendisine, düzene, düzenin degistirilmesine ait sikintilari vardir ki, mutlu olmasi olanaksizdir. Bos kafali, yasamayi yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar mutluyum diye dolasirlar. Ne kadar kapsamli, ne kadar derin düsünürseniz o kadar mutsuz olursunuz.'

9 Aralık 2007 Pazar

Sade

Geceyi seviyorum. Bir kahveyle, bir masayla ve Octavio Paz'ın Yalnızlık Dolambacı'yla antant kalınca daha bir keyifli oluyor. Sessizliği bozan tek şeyin, Tanrıların öfkesini yağmur ve fırtına sesiyle sunuşu. Ben sakinim ama, biraz hakkını veremeyeceğim kaygılarım var o kadar.
Herkes uyuyor, tek başınalık hakim. Tabanlarımdan, saçlarıma kadar, 'kendindelik' söz konusu. Bu doğrultunun adını; 'kendi dehlizlerinde kendi kendine yetme' koyuyorum, sadelik; süssüz ve gösterişsiz kendindelik... Yıllardır kadir kıymet bildiğim ansiklopedilerim, kitaplarım bendeki boşluğu ancak bu karanlık, kuralsız ve mahkumlukta dolduruyor, suskun yazılar gibi, bende ki çığlıklarını geceleyin atıyorlar...
Sayarak her karanlığı, binbir geceden masallar yaratılabilinicek, Gılgamış gibi arayışa girdirip delirtebilecek, Homeros' a destanlar yazdırtabilebilecek vakit bu vakit. Yeni bi kıta keşfedebileceğim, Havva'ya yedirtilen elmayı, Newton' ın başına düşürtebileceğim, ölümsüzleşebileceğim saatler bunlar. Hiçbirşey beni tatmin etmeye tekabül etmiyor, gecenin sınırlı soyutluluğunun aidiyetliğinden başka. Öfke dinmiyor, yağmur şiddetleniyor, fırtına hiddetleşiyor.
Düşüncelerle bağdaşlaşınca yalnızlık da örtüşüyor geceyle ve eşyalarla da bir bütün olunca, daha bir katlanılır oluyor o kelime. Bırakıyor kendini beden düşüncelere, özgürlük diyorum buna da.
'Keşke, keşke diyorum, bi dinozor ya da timsah olsaydım. Keşke temiz yüzlü klasik müzik bestecilerinden biri olsaymışım o çağlarda, keşke mitolojide yaşasaymışım ya da' ları içimden geçirip, fantazilerime kılıf giydiriyorum. PAN'ı anıyorum, acaba hangi karanlık ormanda, kimleri korkutuyor? Düşünüyorum, düşünüyorum; yakamozlara tapmak, Güneş'i yumruklamak istiyorum.
Geceyi hep seviyorum, karanlığa gömülmeyle, kendini yeniden ele geçirmeyle ve kendi yalnızlığımın dolambacında inzivaya çekilince daha bir keyifli oluyor.

23 Kasım 2007 Cuma

Anlamak

Dev bir fanusun içindeyim ben;
Fanusum dünya.
Başımı çıkarıp bakıyorum.
Dünya genişliyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir oditoryumun ortasındayım ben;
Konuştuklarım duyulmayanlar.
Sesimi yükseltiyorum.
Dinleyenler hissizleşiyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir yasanın gücündeyim ben;
Kurallarım yılanların asası.
Çiğnemek istiyorum.
Dokunduklarım bölünüyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir günahın gizindeyim ben;
Günahlarım masumluklarım.
Bağışlanmak istiyorum.
Kovulduğum cennet;
Ben kayboluyorum.

Dev bir çığlığın üstündeyim ben;
Çığlığım bedenler.
Hayatın bacaklarını aralıyorum;
Bedenlerin canı acıyor.
Ben kayboluyorum.

Küçük bir taşın özündeyim ben;
Taş; kalp kesilen...
Özüm ayak izleri.
Hiç bir şey istemiyorum.
Ben kaybolmuyorum.
Göç ediyorum...

O

O;
Kendini ve evreni ateşe verebilecek kadar piroman.

O;
Hayatının rampasında düşmeden yürüyemeyecek kadar beceriksiz.

O;
Ağaçakakanlar gibi kendi benliğine oyuklar açabilecek kadar gözükara.

O;
Engizisyon mahkemelerince yakılabilecek kadar günahkar.

O;
Korkulukları; şövalyeciliğe değişebilecek kadar kararlı.

O;
Mona Lisa'yı ağlatabilecek kadar güçlü.

17 Kasım 2007 Cumartesi

Aleti Kullanacaksın

İnsanoğlunun dünyaya duruşunun ve doğaya egemen olma isteğinin sonucu ortaya çıkan sorular ve sonuçlara bakınca; bu çarkın içine ettiğimizin farkına varıyoruz. Bunlar dışında dünyayı gözlemlediğimizde; bu kadar olağan işleyişine şaşmamak imkansız. Dünya; ya iki katı hızla dönseydi, ya da dik dursaydı, hem kendi, hem de Güneş'in etrafında belli bir yörüngeyi takip etmeseydi diye kendi kendime sorular sorup, kendimce cevaplar veriyorum. Yaşamın olmadığı iddia edilen diğer gezegenlerden; tuhaf canlılar indiriyorum yeryüzüne kendimce ve kaçıkça gelecek ama, bu yaratıklar; şahit olduğum bu dünyadaki canlılardan çok daha makbul geliyor.
Bize sunulan bu gezegende; iz bırakanlara hayran kalmamak elde değil. Bizler bu dünyaya; nefes almak için gelseydik ya da yeryüzünde yalnızca sahip olduğumuz bedeni taşımak üzere görevlendirilseydik; algılarımız ve duyularımız olmayacaktı. Akıl denen şeyin; doğayı anlamak, doğaya hükmetmek ya da doğada kaybolmak ve hatta doğadan yararlanmak üzere bize emanet edildiğine inananlardanım. Peki zekasına yön veremeyen insanoğlu, neden bunun esiri olur ki? Ya da şöyle diyeyim; aklın yanında akılsızlık neden komşu olur?
Tabi doğayı, yaşam denen çarkı aramaya koyulduğumuzda; araştıranların bilim insanı, sorgulayanların filozof olduğunu biliyoruz. Yağmuru hikmet olarak görenlerle, felaket habercisi olarak görenlerin olduğu dünyadayız; soruyoruz, yargılıyoruz, gözlemliyoruz; bilmek istiyoruz.
Sanırım ben bu bağlamda, çok fazla soru soruyorum. Anlamanın çözmeye yetmeyeceğini elbette biliyorum; ama çözmenin, kendimi ve bu dünyada neden yer edindiğimi anlamak için sorduğum sorulara giden köprü olduğunu bildiğimden; soruyorum. Neden, durmadan çoğalıyoruz?
Bu gezegeni ve içini doldurması için insanlar, hayvanlar ve canlılar yığılmış; tabi bizi hayvanlardan ayıran en önemli şeyin düşünebilmemiz, yani aklımızı kullanabilmemizdir. Daha fazla yaşama nedeni, daha fazla yer edinmek ve yaşamamızın bir anlam teşkil edebilmesi için uyum ve zaman gibi maddeleri sıralar olmuşuz. (Birini çokça harcarken, diğerine zorla sahip olmuşuz) Bu maddeler kimine göre sevgi, kimine göre para, ya da kimine göre güç ya da herhangi bir olgudur. Herşey değişkenlik içinde, biz de buna kendi düşünme gücümüzle sınırlandırıyoruz, işte bunu belirleyen de zaman ve yaşama ortamımız. Mesela zevklerimiz; kimine göre müzik, bir kuş sesidir, kimine göreyse basit bir melodiden ibarettir. Herşey özünde birbirinin aynısıyken, aslında düşünüp farkına varınca en uç noktalarda görünüyor.
Akıl ve düşünme istenci olmasaydı, taşı nasıl yerinden kaldırabilirdik, nasıl merak eder ve merak edişimizi anlayabilirdik ki. Ve nasıl programlı canavarlar haline gelebilirdik. Bize sunulan bir bedene, bizim sunulduğumuz bir dünyaya ve her ikisiyle yarışabilen ve kendisini kendisine sunabilen bir akla sahipsek; neden aldığımız her nefesin ve sahip olduğumuz her bir beyin hücresinin hakkını vermiyoruz?

16 Kasım 2007 Cuma

50 mg.

50 mg. size birşey çağrıştırıyor mu? Benim için geçen haftaya kadar hiç bi anlamı olmamıştı. Son zamanlarda kendimi boru gibi hissetmeme neden olduğu için o kadar minnettarım ki. 50 mg. dozu olan ilaçlarımın, beynimdeki tırtılı öldürmesi, herşeye sadece sakin bi kafayla bakmam hepsi bunun sayesinde oldu, çok şey borçluyum o tablete. Beynimin endorfin ve serotonin hormonlarını salgılamasına o kadar ihtiyacım vardı ki. Hergün bardaklarca kahveyle bedenime kafein işkencesi yaparken, rahatlamayı her sabah ana maddesi sertralin olan küçücük bi habın usulca gerçekleştirmesi... Üç hafta sonra saat 00.00'da 28 kapsülüm bitecek ve ben yine yararsız ve tutarsız, bi halta yaramayan düşüncelerimle yol alacak mıyım diye kendi kendime düşünürken; eksi olanı anladım. Herşey yolunda. Kafam güzeldi ama birşey eksikti. Aşık olmak istiyorum. Gözlerimin yeniden parlamasına ihtiyacım var benim, sertraline değil; adrenaline ihtiyacım var. Obsesif kompulsif ya da depresyon ilaçları bikaç hafta sonrasında nereye kadar çantamda ve hayatımda yer edecek ki, ne zamana kadar onlara minnet duyacam. Midemi küçük haplarla değil, kalbimi büyük heyecanla doldurmak istiyorum. Zihnimi mükafatlandırmak istiyorum ben.
Tuvaletlerde ağlamaya, sabah akşam çikolata yemeye, tavanı izlemeye, eline makası geçirip saçlarını kesmeye, telefonlara cevap vermemeye, bira şişeleri koleksiyonuna, hiç gereği olmasa gerek depresyonda birinin; nasıl aşk deli ediyorsa, bizi iyileştirebilecek güç bunda. Panzehir şu aşk denen şey.
Bana yeniden aşkın varlığını, ruhumun küflenmekte olduğunu hatırlattığı için o kadar minnettarım ki şu 50 mg. a...

Masalımsı

Bir varmış, bir yokmuş; varken yok olmuş, yokken var olmuş.
Bize hep masal anlatıp duruyorlar değil mi? Her masalda uyuyan güzel 100 yıl uyuyor, bu hiç 99 yıl olmuyor. Her defasında, o cam ayakkabı Külkedisi'nin ayağına uyuyor. Pamuk prenses, saflığının kurbanı olarak, hep o zehirli elmayı yiyor ve zehirleniyor ve hiç yedi cüceleri 6 cüce kalmıyor. Her masalda Rapunzel'in saçları gür oluyor. Ve yine her masalda kırmızı başlıklı kız, babaannesine gitmek için aynı orman yolunu seçiyor. Masalların sonunu, prensle prensesin dillere destan düğünleriyle bitirip durdular; iyiler mutlaka kazandığını, kötülerinse daima yenildiklerini kulaklarımıza aşılayıp durdular.
Bizleri hep sonu mutlu biten masallara alıştırıp, inandırdılar; bu aldanılası masallarla uyuttu büyükler. Unutulan biri vardı; kibritçi kız. Bir yılbaşı gecesi soğuktan donarak ölen bi küçük kız. Onu masalın sonunda ne öperek uyandırabilecek bir prens ne de babasıyla mutlu mesut yaşadığı şatosu vardı. O kadar uzakmış ki masallardan; soru sorup, gerçeği öğrenecek bi aynası bile olmamış.

İşte ben de birgün kendimi bi masalda buldum; toz pembeydi. Uyandığımda, 'herşey çok güzel olacak diyordum; karşımda Pinokyo'lara ve Kurt adamlara hiç yer vermemiştim, ne kırmızı bi başlığım vardı, ne de kaybolabileceğim bir ormada yol alıyordum. Herşey çok güzel ve masallardaki gibi masum olmalıydı. Yo yo, Alaaddin'in sihirli lambasından çıkan cin'in; 'dile benden ne dilersen' dese, isteyecek hiçbir şeyimin olmayacağı değerde, sihirli bir değnekle bir perinin vaad edeceği dileklere ihtiyaç olunmayacak bi masaldı benim ki. Masalın sonunda hiç bi zaman bi tacımın olmadığını öğrenmiştim. Ben gerçek bi dünyadaydım, masallarla uyutulmuştum ya da her masal birbirinin aynısıydı, öyleydi. Sıradışı değilmiş benim masalım; sıradanmış. Ve zehirlenip, gözlerimi açtığımda aynayı kendime doğrultmuş; 'Ayna ayna, söyle bana, benden daha salağı var mı dünyada' diye sormuştum. Ve bundan sonra, hayal gücü barındıran, güzel masallara kulaklarımı tıkar olmuştum. Anlamıştım, anlatılacak masallara yem olmadan.
Herkes peri masallarındaki prenses olmak istiyor; oysa ben Kaf Dağı'nın ardındaki cadı olmak istiyorum.

15 Kasım 2007 Perşembe

Döngü

Yedi yaşımdan bu yana, okuma yazma öğrendiğimden beri, yani tam 13 yıldır; 13 milyar yıllık yaşlı bi küreye yeni bi anlam verebildim. Daha önce dünyayı ve canlıları bişeye benzetmem sorulsaydı; dünyayı matador, kurbanları da insanlar olarak belirtirdim 'saçmasapan bi süblimasyon' der geçerdim. Adlandırmak istiyordum ki tanıklık ediyosam bu argümansız yaşama, bi anlamı olmalıydı; ya da bi anlam katmalıydım; bunu beceremiyorsam, benzetmeler yetecekti...
Astral seyahat yapıp etkilenen arkadaşımın, evrende olan bitenin ve de evrenin kendisinin dahi bir enerji olduğunu ve akış içinde tıkır tıkır işlediğini bana anlatma çabalarından sonra; psikoloğumun yaptığı tanım bana daha mantıklı geldi. Herşey bir döngü halindeymiş. Mutluluklarımız, mutsuzluklarımız, küçük ve büyük sevinçlerimiz... Hayatta önemsememiz gereken o kadar çok şey varken, küçük mutlulukların, büyüklerini kovaladığını ve bazen birbirini tamamladıklarını ve bazılarınınsa 360 derece dönüp en başa dönüştüğüne inandırıldım. (Oysa insanların küçükken oyuncaklarının dünya olduğunu, büyüdüklerindeyse, dünyanın oyuncağı olduğunu boşuna düşünmemişim) Tabi biz de birşeylerin, bu mutlulukların farkında olmuyormuşuz. Dönemeç ve bulamaç yani... Aklıma Polyanna ve oyunu geldi; o da bir çeşit mastürbasyon, kendi kendini tatmin etme eylemi.
Daha geniş perspektifden bakarsak; bu döngü, canlı ekosisteminde de böyle. Tüketicilerin yaşama devam edebilmesi, üreticilerin karbondioksiti özümsemesine bağlı. Doğadaki yaşam piramidi de bu; biri eksilirse, diğeri yok olur. Varolabilme, ayakta kalabilmeye bağlı.
Yaşamın temellerini doğadaki kurguyla açıklamak isteyen filozoflardan Thales, herşeyin sudan, Herakleitos ise herşeyin ateşten yaratılıp, tekrardan su ve ateşe dönüşeceğini saptayarak materyalizmin temelini atmışlar.
Platon'a göreyse, eğer evren döngü halindeyse, evren bir yerden sonra tersine akış gösterecek ve zaman da bu döngüde yerini alacak; böylece ölüler mezarlarından çıkıp gençleşecek ve bebeğe dönüştükten sonra anne rahmine dönecektir. Platon zaten bu dünyaya ait olanın bedenimiz değil, ruhlarımızın olduğu kanısındaymış. Öyleyse bizim yaşam döngümüz; ruhlarımızın yaşlandığında kendini tamamlaması; çünkü o bu dünyaya ait.
Yüzyıllar sonra spiritüalistler, reenkarnasyonu benimseyerek; ruhun sürekli olarak bedenlendiğine inanmışlar. Mevlana da 13. yüzyılda; yani bu terimden önce; 'Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum' demiştir.
Bu döngü denen şey, ister zıtlıklarla olsun, isterse birbirinin devamı ya da birbirini tamamlayacak şekilde olsun, asıl anlatmak istediğim; sevdiğim yazar Aldous Huxley'nin güzel bi sözü, bu döngüyü, belki de kısırdöngüyü gayet yerinde özetler; 'Belki de bu dünya başka bi gezegenin cehennemidir!'
Eğer ki herşey dönüşümlüyse, birbirinin tekrarıysa ya da birbirine bağımlıysa; neden olmasın?

Kim bilir?

12 Kasım 2007 Pazartesi

Olgunluk

Olgunluk denen kavramı artık rahatça tanımlayabiliyorum; kendi düşünce, fikir ve görüşlerimi göz önünde bulundurarak.
Olgunluk; bence ne yaş ilerledikçe kemale ermek, ne de yaşken eğilen ağacın kök salması. Bence olgunluk; hangi yaşta ve hangi durumda olursa olsun, aldığın kararların yıllar sonra da aynı çizgide devam ediyor olması ve bu durumu çok öncesinden kabullenebilme durumu. Bir nevi kendi benliğinde uyum ve hareketlerinde farkındalık! Eğer ki kırk yaşına gelmiş biri, on yaşındaki birinin davranışlarını sergiliyorsa; onun bu tutumunu çocuklukmuşcasına yargılamak, bence anlamsız. Çünkü bize çocukça gelen durumlar ya da eğilimler, başkalarının mizacında olan birşeyse, ya da onun kendince denge profiliyse. Bu tam tersi için de geçerli. Bizim bu konuda düşüncelerimiz, bu davranışın tutarsızlığını eleştirmekten ileri gidemez. Elbette bu durumda olgunluk, bireyin neye nasıl yön verebildiği olmakta. Demek istediğim; insanoğlunun varoluşunun temelinde yatmakta olan kendi benliğini uyandırıp, sorgulayıp ve de bu sorgulama sonucu aldığı kararlar; yıllar sonra ya da tam olarak; 'işte ben'im dediği anda daha önceki düşünceleriyle ve davranışlarıyla aynı kararlılıkta sebat ediyorsa ya da etmişse, bu o kişinin yetkinliğini gösterir; en azından kendi üzerindeki. Söz konusu alınan istikrarlı kararlarda; inanç, güven, zaman ve deneyim yatar. Tabi bu kararların benimsenmesi, ya da 'ol'muşluk; ne istediğini bilmekten geçer; neyi ne kadar ve nasıl istediğimizse, kendimizi tanımakla, kendi karakterimizi tespit etmekle eşdeğerde. Sanırım en zor olanı da bu olsa gerek. Çevremizde o kadar farklı karakter var ki, bunları özümsemek değil de, bunlara ayak uydurmak, kendi karakterimizi onaylamaktan daha karışık. Yetişkin olmakla takındığımız tavırlarımızın şekillenmesi ve biçimlendirilmesi, her süreçte çelişki ya da uyumsuzluk yaratabilir. Bu noktada kişinin kendini olgun olarak nitelendirmesi; çelişkilerini bir yana bırakıp, zamanında (ki bu geniş bir zaman) kendini ve çevreyi algılandırıp, anlamlandırabilmesi; dolayısıyla farkında olabilmesi ve bunu 'ol'duğu gibi kabullenmekle birlikte egolarını tatmin ederek yapıp, bu durumdan hoşnutluğu ya da hoşnutsuzluğu demek oluyor.

7 Kasım 2007 Çarşamba

5 Kasım 2007 Pazartesi

Delgadina

Delgadina...
Ruhum benim.
Gabriel Garcia Marquez'in 'Memorie De Mis Putas Tristes' adlı romanında, yazarın masum gülümseyişine ve uykudaki haline aşık olduğu kıza koyduğu isim... Kitap, Yasunari Kavabata'nın 'Uykuda Sevilen Kızlar' ı anımsatsa da; 90 yaşında, sevimsiz, çirkin, pinti bir gazeteci ve radyo programcısının, 14 yaşındaki saf bi fahişeye olan aşkını, yaşlılık sanrılarını atarak, saçma gibi görünse de sevimli bi dille anlatıyor.
Delgadina...
İçinde bulunulan ruh durumuna göre göz rengi değişen biri; uyandığında su rengi, güldüğünde bal rengi, kızdığında köz rengi...
Doğumgününde; hediye edebilecek kadar masum, heyecanlanmasın diye ilk gecesinde, kedi otu katılmış bromürü fazlaca içirilip, saatlerce uyuyakalan; kendini bayat bi kefale benzeten ihtiyarın; masallar anlatıp, saatlerce öylece izlediği; bir fahişe.
Bakireliğin sembolü bir fahişe.
Delgadina...
İspanyol kralın aşık olduğu kızdır; aşkına karşılık vermeyince, babası tarafından kuleye
kapatılan ve susuzluktan ölen zavallı bir prensestir.

Biz'ler

Hepimiz masum biri olarak adım attık dünyaya. Gözlerimizi açıp, dünyaya ilk bakışımızın yıllar sonra şekilleneceğini bilemiyorduk. Güzel şarkılar söylendi başucumuzda. Büyüdükçe takdir edildik, okul yıllarında ilk kurdaleleri alan bizler olduk, ilk okumayı söken de bizdik.
Büyüdükçe, geleceğe dair planlarımız da büyüdü, umutlarımızla zıt olarak. Büyüyünce doktor olunacak çocuklar; 'bırakın da ben olayım' demeye başladı. Sonra sorumluluk adı altında, koyun sürüleri gibi girdik sınavlara, kabullendik. Koskoca amfiler, sert bakışlı profesörler, hareketli bi kampüs, anılarla ayrılacağımız arkadaşlarımız oldu. Alışmıştık bunlara. 'Kişiliğimiz üniversitede şekilleniyor' dendi, izin verdik. Çocuklarımıza anlatacağımız anılar, dostluklar yetiştirdik durduk. Peki ya sonrası. 'Okul bitsin, gidelim bu ülkeden' lafları dilimize pelesenk oldu, bekledik. Evet hayallerimiz büyüdü derken, terketmenin cazipliğiydi anlatmak istediğim. Sorumluluklarının farkında bi nesildik biz oysa.
Farkettim de, ortaokul-lise yıllarında İpek Ongun'un kitaplarındaki o cicili kız Serra, üniversiteye geçtiğimizde, yerini Kanat Güner'e bıraktı. Enjekteyi topuğuna geçiren Kanat Güner'e karşılık, hayatın en sivri acısını beynimize geçirdik, kusabileceğimiz mecra aradık durduk. Bizleri beyaz gömlek giyip, laboratuvarlarda çalışarak görmek isteyen, 'masa başında çok para var' ı savunanlara inat, fildişi kulelerimize hapsedilmek istemedik. O kadar yorulduk ki nasihatlerden; kötülük yapmak istedik; oysa o kadar masum doğmuşuz ki, kötülük düşüncemiz Marquez De Sade kitaplarını iştahla okumaktan ileri gitmiyordu.
Tabi bunları yaşarken gözardı etmediklerimiz de oldu, değer verdik insanlara, hayatımızın odağı haline getirdik, yılmadık. Sanatı da ihmal etmedik hayatımızda; tiyatro koltukları, bale salonları aşındırdık, biz böyle mutluyduk. Büyüdük ya, bi rock grubumuz olsun; amfileri doldururken, amfileri doldurtalım dedik, odamızda asılı posterlerdeki starlar gibi.
Hayatın çok çok başındayken, bi tavır takındık hayata. Büyüklerimiz gibi sıradan olmamak için, asiliği seçip, uzaklaşmak istedik heryerden, attık kendimizi kalabalıklara. Travestilerle dost, dilenci çocuklarla kardeş olduk; festival gençliğiydik biz, serseri ruhlu, saçlarımız, tırnaklarımız kirli, cepte para yok; ama elinde gitarı soğuk demeden gece lambası altında, elinde birayla şarkılar söyleyen...
Bizi iyi okullarda okutup, bizim için ummadık paralar döken ailemizden, okuldan, amfilerden kaçtık. Peki nedendi bu kadar çok kaçış? Biz hayattan kaçıyorduk, kendimize bişeyler ispatlamak istiyorduk, yazacak bişeylerimiz olsun, çocuklarımıza anlatacak anılarımız olsun, söyleyecek şarkılarımızın olması için kaçıp duruyorduk, 'kendimizi kendimiz bulmak' amacıyla kaçıyorduk. Kaçmaya da devam ediyoruz.
İlk kurdalemizin kaybolması, ezberlediğimiz ilk paragrafın hatırlanmaması, kurduğumuz ilk hayali anımsayamayışımız adına kaçıyoruz.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Gitmedim daha

Hala burdayım,
Henüz yol almadım daha.

Hala karşınızdayım,
Ayracım hala kitabımın arasında,
Odamın ışığı sönmemiş,
Yatağımın üstü örtülmemiş daha.
Dosyalarım karışık, her yan dağınık...
Hep aynı şarkı, değiştirilmemiş
Rujum hala yarıda, bitmeyi bekliyor;
Giysilerim solmayı, ayakkabılarım eskimeyi...
Yarım kalan kahvem daha soğumadı.
Şimdi gitmemeliyim.

Kıyamet

Gökyüzü ikiye ayrılacak,
Ve tüm insanoğlu
Çarpışacak birbirine gökyüzünde.

Çağlar ters çevrilecek,
Saatler düşecek yere
Karışacak birbirine dakikalar.

Öfkelerimiz tek tek
Karşımızda olacak,
Günahlarımız dalga geçecek.

Korku filmlerindeki ürkütücü müzik,
Sağır edecek kulaklarımızı
Duyulmayacak çığlıklar.

İyiler önce cehennemde arındırılıp,
Cennete gönderilecek.
Kötülerse, çektiler bu dünyada cezalarını.

Cayır cayır yanan kazanlar,
Boynuzlu işkenceciler,
Gülümseyen zebanilerin karşılamaları,
Güneşin batıdan doğuşu,
Nostradamus'un kehanetleri
Yalan!

Arayış

Arıyorum!

Matematikte arıyorum kendimi;
Denklemlermiş. Anlaşılması kolay, çözülmesi zor bi denklemim. Hayatımda mantık arıyorum. Bakıyorum, başlı başına bi problemim ben bu sayısız bilinmeyenli denklemlerle, ters orantılıyım. Çarpıyorum gerçekleri suratıma, kendimi çarpanlarına ayırıyorum, hesap sağlamasını yaptıktan sonra; bakıyorum ki sonuç; etkisiz eleman. Karmaşık sayılara bakıyorum, ben de onlar gibiymişim, karmaşık...
Geometride arıyorum kendimi;
Üçgenlermiş. Ben, düşüncelerim ve beynim üçgeninde, üzerime çizilen her bi dikme doğru seçeneğe ulaştırmıyor. Analitik incelediğimde, yamuk olduğunu görüyorum herşeyin, bi boka yaramıyorum. Ben bu çemberin dışındayım...
Fizikte arıyorum kendimi;
Quantummuş. Mutlak doğruları yokmuş , göreceliymiş benim gibi. Sıkılıyorum, elektrik akımı derken, bunları beynime uyarlamayı, uyarılmayı istiyorum. Olmuyor, düz aynalarımda ışığı kırmak istiyorum. Hareket kanunları, basınç; uyguluyorum, etki-tepki olmaktan ileri gitmiyor, mekanikleşiyorum gitgide...
Kimyada arıyorum kendimi;
Maddeymiş... Hacim, kütle, çözünürlük... Uzayda boşu boşuna yer kaplıyormuşum, çözülmeden karıştırıyorum, heterojenmişim, her yerde aynı özelliği göstermeyen. Tepkimelere girmeye çalışıyorum bu defa; reaksiyon vermiyorum, insanlık adına bomba üretmeye veriyorum kendimi... Kimyasalım değil mi? Yeterince yapay...
Biyolojide arıyorum kendimi;
Canlıymış. Her bi dokum, her bi hücrem iflas etmişken, metabolizbam aksakken, bana ne sizin evriminizden, anlamsızca dizilen DNA' larınızdan, bana ne bozuk salgılanan hormonlarınızdan. Bana ne adaptasyondan, uyum sağlayamadıktan sonra... Bana ne çiçeğinizden, böceğinizden, üremenizden...
Türkçede arıyorum kendimi;
Sözcüklermiş. Dilleri yetersiz kelimelerin, anlatımı çelimsiz, noktalama işaretleri kararsız, edebiyatınsa dilleri bozuk. Bağlacı olmayan cümlelerimi birleştiriyorum, karışıyor harfler. Ünlemsiz ve sıradan edilgen cümleler onlar. Yüzüme bulaştırıyorum herşeyi. Durmadan anlatım bozukluğu yapıyorum, kendimi anlatamıyorum ya.
Tarihte arıyorum kendimi;
İmparatorluklarmış. Benim de var onlardan, kraliçesi de benim. Ekmek arayanlara, pasta uzatıyorum. Ben doymuyorum ama; yüzyıllardır yeni yerler fethediyorum, yeni kişiler. Sevdiğim kentleri duman altında bırakıyorum. Benim tarihim, savaşlarım...
Coğrafyada arıyorum kendimi;
Yeryüzüymüş. Dünyayı avucuma alıyorum, ters dönüyor. Haritalarımda; topraklarım, ovalarım, dağlarım karalı, nehirlerim bana küsmüş. Güneşse geç doğuyor. Her bir ülkelerim, şehirlerim ısınırken, ben ruhumu soğutmuşum...
Felsefede arıyorum kendimi;
Filozoflarmış. Platon, Sokrates, Aristoteles, Descartes... Hepsiyle kaynaştık, dost olduk. İdealar dünyası, ahlak felsefesi, usavurumculuk, düşünerek var olmak. Dayanak arıyorum. Sorguluyorum. Var'ım ki varlığımı sorguluyorum; çok soru sorup, cevap alamıyorum...

Hala arıyorum!

Çok mu şey istiyorum?

Televizyon;
Ne kadar güzel sunuluyor renkli dünyası değil mi? Çok çok küçükken, önümdeki o ilginç camı kırıp, içine dalıp, izlediğim programın içinde olmak isterdim, bunun imkansız olduğunu söylediklerinde, yayını nasıl yaptıklarını sorardım çocuk aklıyla. Anlamazdım, tatmin edilmezdim, hep ilgimi çekerdi o kutu. Özgürlük hissi verirdi TV kumandası.
Bilgisayar;
Teknolojinin son ilahı, sıradanlaşmanın panzehiri. Yalnızlıktan kurtarırken, gittikçe yalnızlaştıran makine. Oyunların çekiciliği ve sanalleşmenin, göz sağlığından daha mühim olduğunu kanıtlayan müptelalık harika. Ben şahidim ama, arkadaşımın günde onbeş saatini
verdiği için mutsuzluğuna, bense onbeş dakikamı verdiğim için mutluyum.
Cep telefonları;
Kitle iletişim silahlarından; sıkıldığım şey. Sıkıldığımda, listemdekileri isimleri geziyorum, hayatımdaki insanlar... Birkaç rakam yanyana gelmiş, iletişimi sağlarken, benle iletişimdeler. Neye üzülüyorum biliyo musunuz; bikaç kontör kazandırmak için reklamlarda dönen dümenlere aldananlara, bilmem kaç dakikası bir kontöre konuşmak için yırtınan zavallılara... Samimiyetsiz, klasik bayram mesajlarına... Kontör dünyası bu kadar egemen hayatımızda. Üzerimde isteksizce taşıdığım bu aygıtı, küçükken elime tıkıştırdığım oyuncaklarım gibi görüyorum. Yaşımı oluşturan rakamlar, ben büyüsemde oyuncağımdaki rakamlarla ortak, tek ortak yanımız bu.
Futbol;
İştahlandınız di mi? Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, dünya kupaları, Fatih Matih Teriminiz, sizin dünyanınız benim için hiçbir şey ifade etmiyor (Doğa sporları dışında hiç bi spor dalı ilgimi çekmiyor ya.). Skor anlayışınız, renk fanatikliğiniz, dilinizden düşürmediğiniz marşlarınız hiç ilgimi çekmiyor. Sadece merak ettiğim, gol anındaki heyecanınızın nereden geldiği. İşte bunun için, ömrümün bikaç saatini beni ayağa kaldıracak, sesimin kısılmasına neden olacak, canlı olarak izleyebileceğim bi maça verecem.
Filmler;
Sıradışı aşklarmış, 2. dünya savaşı filmleriymiş, bilimkurgu, macera, dramaymış, komikmiş, trajikomikmiş, öyleymiş böyleymiş. Hepsini seviyorum. Milyonlarca doların her karesine değercesine yatırıldığı sinema sanatını seviorum. Hem kim sevmez ki bi Al Pacino'yu, hatta Charlie Chaplin filmlerini. Bunlarla büyümedik mi?
Kitaplar;
Okuyupta etkisinden kurtulamadığım kitapları, üstüste koyup, sonra da hesap vermek istiyorum; altını çizdiğim satırlara, tek tek. Kitaplarımın ayraçlarının hangi alemlerde gezdiğini öğrenmek istiyorum aynı zamanda. 2+2=4 sonucunu bana verip, 2+2' nin 4 etmediğine inandıra kitaplarımdan.
Gezmek;
Bir yerde okumuştum; 'Gezmek, yüz farklı yeri görmek değil, bir yeri yüz farklı gözle görmektir.' Yok yok, yüz farklı yeri yüz gözle de görebilirim ben. Biraz uzaklaşabilmek için (dünyanın neresine olursa olsun), bir bilete o kadar ihtiyacım var ki şu an. Gezme derken, annelerin günlerine götürdüğü, kol çantasındaki çocuk gezmesinden bahsetmiyorum; tek başına bir tur. Ölmeden önce yapmam gerekenler listemde ilk sıralarda sırıtmakta dünya turu; piramitler, BüyükKanyon, Tac Mahal... Bir elin parmak sayısından az yılım kaldı, defolmak için...
Müzik;
Hendrix gibi gitar çalabilmek, Morrison gibi sahnede show yapmak. Ya da 80'lere gidersek; yarasa kollu gömlekler, aslan yeleli saçlar, bandanalı karizmatik rockerlar, 'long live rock'n roll' diye bağıran gençlik. Onları yaşamayı çok isterdim. Bir şarkıdaki hayvani gitar solosu, bir vokaldeki ağlanılası çığlıklar, kendinden geçiren melodiler... Bazen öyle ilaç oluyor ki.
Progressive'ymiş, hardıymış, blues rock'ıymış; dönüpte insanın doğuşundan beri bu müziğe eşlik edesi, Woodstock-69'u canlı görebilmek için hayatından bişeyler feda edesi geliyor, en azından benim için geçerli bu.
Satranç;
64 kareye, şah mat olana kadar hayatımdaki insanları sığdırıyorum. Atlarla filler birbirine karışıyor. Filler çapraz zıplayacakken, atlar koşuyor, ben kalıyorum ortada. Kaybettiğim insanların her biri karelerde yerini alıyor. Kalelerim geçit vermiyor onlara. Her bi yana hareket eden piyonlarım, hareket etmez olmuş. 64. kareye yaklaşmak üzereyim, vezirimin beni rezil etmesi umrumda değil. Her hamle, 64 kareye olan inadım.
Resim;
Tanrı beni bu güzelim yetenekten mahrum bırakmış. Kapanıp bi odaya, renklerle oynamayı, kalemle bişeyler çizebilmeyi ne çok isterdim. Bi Picasso, bi Van Gogh ya da en sevdiğim ressam Salvador Dali olamazdım belki ama, isterdim işte, tuvalle sevişmeyi.

Şimdi neden mi bunları yazdım; yukarıdakiler benim ve sizlerin hayatında yer edinen şeyler. Ben hayatımı planladım arkadaşlar. TV dizilerindeki dramatik Türk dizileri gbi değil bu planlarım. Ya da bilgisyar virüsüne format atıpta yok edilebilinecek cinsten değil, bir futbol topunun peşinden deliler gibi koşacak kadar heyecanlı hiç değil. Telefon tuşları kadar gereksiz, telefonuma kayıtlı insanlar kadar önemli.
Ne mi?
Bir ev istiyorum!
64 odalı değil bu istediğim, içinde at koşturmayacam nasıl olsa. Altından gümüşten de olmasın sırça köşküm. Dört odalı olsun; bir odam müzik odası olsun,; sevdiğim albümlerle, sevdiğim rock festivallerinin afişleriyle dolu bir oda. Bi odam film odası olsun, arkadaşlarım geldiğinde onlarla izleyebileceğim filmlerim olsun. Bi odam resim odası olsun, tablolarla dolu, içine girdiğinde ilham kaynağının gelip (bir de yetenek tabi) bana bu ilhamı verebileceği bi oda. Son olarak bi odam da kitap odası olsun; içinde tüm başucu kitaplarının olduğu, kahveyle beraber yazı yazabileceğim bi oda.
Çok mu şey istiyorum? Beklentilerim boyumu aşıyor mu? Arsa, araba, hesap cüzdanları istemedim ben, hiç de gözüm yok onlarda. Soruma gelince, evet çok şey istiyorum; bi dünya şey. Kendi dünyamı istiyorum ben.

Anormalmişmişim

15 Ekim 2007 Pazartesi

Onore Et Ruhumu

Onore et ruhumu!

Senin şiirlerinde gezen tırtıl,
Benim beynimi kemirmekteyken;
Varoluşun timsah gözyaşlarıyla,
Karanlık bir kuyunun dibinde onur,
Issız bir tünelin başında erdem,
Sessiz savunuşlarının esirinde soylu kan.

İktidar senin;
Mutlak zaferleri var, benliğindeki kör yüceliklerinin...
Haykırışların benim;
Hazzı var kekremsi düşüncelerinin....
İhtiyacın yalnızlığın suskun sömürüsü değil,
Siyah ruhunun yanıltıcı aynasındaki çığlıkları.

Hakikat ne?
Daha güçlüce istemek, daha olağan yenilmek mi?
Yitirip acizliği kurtulmak pençelerinden.
Cennete sahte efendilik, ruhuna asil kölelik belki de.
Dirilmek isteyen güçsüz ölülerin,
Huzursuz gerçeklerinle.

Kaçışlar...
Oysa ben köpekbalığının dişleri arasındayım.
İnançsızca taptığım putların ortasında,
Lanetli bir labirentte, karalı bir haritada ya da.
Özgürleşmek için boşaltırken günahlarını damarlarıma;
Dante'nin cehennemindeyim.

Onore et ruhumu!

Agoni

Davetkar ıssızlık,
İtaatkar sessizlik,
Kral Arthur'un kılıcı gibi keskin.
Düşlerimdeki garip cennet beni çağırıyor!

Yıldızın üzerine ördüğüm ağ beni arzuluyor.
Taşın üstündeki bu acımasızlık beni istiyor.
Farkındalıklarım ve uyuşmazlıklarım beni davet ediyor.
Zamanın yalnız duvarları beni çağırıyor!

Hunharca yağmalanan tapınaklar sona erecek.
Zavallı mutsuzluğun kovalaması,
Beynimi karıncalayan isyanlar;
Şeytanlarım, korkularım, günahlarım beni çağırıyor!

Sinsi ve inatçı cesetler etrafımda,
Aşk yok, ıstırap yok deyip deyip...
Boğuşmak yok, tıkanmak yok, direnmek yok, pişmanlık yok!
Mor lekeler beni çağırıyor!

Tükenmek
Beklemek
Katlanmak
Can çekişmek
Bitti.
Hades çağırıyor!

Oysa

Harcı değil insanlığın
Taş kesilip, toprak olmak
Davetsiz gelip, gönüllü gitmek
Ayrı bir sanat her bir diri
Ayrı bir katliam her bir diri
Farklı...
Farklı hiç bir şey yok ki...

Başıboş ruhlar sığmıyor benliğime
Evren yeni yeni küçülüyor içimde.
Oysa...
Melekler inecekti gözlerime
Şeytanla işbirliği yapacaktı tenimin her bir hücresi.

Çıkarcı kahin (?)
Yiten her bir günüme ağıt yakan,
Werther'ın acılarını alan
Bana can verecek.

Yeryüzünün Kendisi

Dışarda iki yüzlü rüzgarlar var.
Dışarda ıstırap yağmurları
Dışarda dinmeyen fırtınanın yazgıları
Dışarda geçit vermeyen köprüler var.

Dışarda uçsuz bucaksız topraklar var.
Dışarda mevsimlerin aldırışsızlığı
Dışarda ovaların, ırmakların tükenişleri
Dışarda dağların kimsesizliği var.

Dışarda ölümden daha tatlı zehirler var.
Dışarda uysal şehvetin işkenceleri
Dışarda yapmacık insan yığınları
Dışarda küf kokuları var.

Dışarda kötülüğün yaratıkları var.
Dışarda en uysal öpüşlerin acısı
Dışarda acıların karamsar ilaçları
Dışarda sonsuz uykusunun kabusları var.

Dışarda savaş var.
Dışarda yeryüzünün kendisi var.

İçerde hiç birşey yok!

En Kolay Gece

Bir bar sandalyesi
Elimde bira şişesi
Dört duvarın en köşesi...

Zor şekiller çiziyorum beynimde
Hür destanlar yazıyorum tilkilerimle
Gece sona erecek, ermeli
Basiti arıyorum...

Mutluluk halkaları insanların gözlerinde
Sevgi şarkıları dillerinde
Dansla kendinden geçenler
Kanatlanmak istiyorler göğe doğru...

Mutlu insana hizmet etmek istiyorum.
İşin en kolayı bu.

Kaçışlardan Kaçmak

Yalnızlığa adanmış bu yerler
Kimsesiz kaldığında ne mutlu!
Belki çaresizlik, belki bi tercih
Biliyorum
Ben bu yüzden kaçıyorum.

Siyah örtü üstünde utanç lekeleri
Sadakatsizliğin içinde maskeli yüzler
Belki düzenbazlık, belki bi tutsaklık
Biliyorum
Ben bu yüzden kaçıyorum.

Biliyor musunuz ki biliyorum
Sizin bilmediklerinizi
Sanıyor musunuz ki anlıyorum
Sizin çözemediklerinizi
Bildiğimi sandıklarım yanlış, çözemediklerim yalan
Ben bu yüzden kaçıyorum

30 Eylül 2007 Pazar

Kukla İskeletleşmedi Henüz

İlk kez ölmek istedim dün gece. Ölmeyi düşünmeden, istedim işte. Yo hayır, bu yaşamdan acizlik ya da bi intihar teşebbüsü değildi, o kadar cesur olamadım hiç, ki o kadar umutsuz da. Tektim odada, gömüldüm yatağa, başladım ağlamaya. Sanırım içine düştüğüm boşluk, can atarak istediğim yalnızlık, belki de hiç sorunlu bi düzenim olmayışı, ya da dinlediğim şarkının yoğunluğu ve beynimi kemiren o tırtılın düşünmem için beynimi ve beni sahiplenmesi... Herşey yolunda ve ben isyan ettim, hergün biraz daha siz'leşmek, biraz daha ben'leşmek, gitgide sıradanlaşmak ve bunun kölesi olarak, sistemin efendisi olmaya çalışmak... Neden ki yaşadım bunca yıl, geçmiş çağları incelediğimiz gibi, ilerde insanoğlu benim ve sizin gibileri 'tarihtekiler' adı altında incelesinler diye mi, tarihe konu olmak için mi yaşadım ben yani? 'Tanrı'm ölmek istiyorum' denen o üç kelime, dişlerimi sıkarak, canımı yakarak çıkıyordu, öylece... Kahretsin ki neden 'belki'ler adı altındaydı, tam anlamıyla nihai bi nedeni de yoktu, alkollü de değildim. Aradığım, bu girdabın ve gözyaşının bi nedeniydi ve bulmak zorunda olduğumun farkındaydım.
Farkına varıp da, farkında olmamak için ölmek istedim dün gece.

Yetmedi... Ben öldükten sonra insanların ardımdan parçalayacakları edebiyattan kaçmak için, tüm bencilliğimi kullanıp, 'artık kıyamet kopsun ve insanlar görkemlice ölsün' diye yakarışlarım oldu, affedin lanet ben'i... Hızımı alamamıştım, bi cümle daha, sanırım en mantıklısı; 'ben senin kuklan mıyım Tanrı'm?' Ağzımdan çıkan bu cümleye rağmen beynime yönelen sıradışı olgular, dünyayı benim değiştiremeyeceğim gerçeği, aptallığım ve akıllılığım, heveslerim ve hayal ettiklerim, baklentilerim ve isteklerim iliklerime kadar yiyip bitiriyordu beni. Tanrı beni istemediğim şekilde kukla olarak yönetiyordu, en azından tüm iyimser ve kötümser yanımı, inançlı ve inançsız zaafllarımla.
Evet dün gece ben korkusuzca ölümü istedim.

Ölmeyeceğimi, sonumun o an olmadığını biliyordum; dokularım ve organlarım iflas etmeye meyilli değildi o gece, beynim düşünmekten bıkkındı o kadar.
Ergenlik dönemindeki genç kız bunalımı gibi bi durumun söz konusu olmadığını da kestirebiliyordum en azından. Farklı olmaya çalışmak gibi bi niyetimde yoktu, hem zaten ölümü istemek yeterince sıradan değil mi? Sonsuzluğa kaçış mıydı bilmiyorum hiç. Hayatımın üçte ikisinde yapacağım çok şey vardı kendi adıma, bu ise rahatlamama yetebilecek bi nedendi oysa.
Ölmek istedim, o an hayallerim de sıradandı; tek başına dünya turu, onlarca kitap yazmak...

Ve yine düşünüyorum da neyi ve niye istediğimi; fazlaca yalnız kalmak için, belki başka alemde bi şekilde sıfatlandırılmak için, belki de o alemi merak edip, ondan çok geç geri kalmamak için. O bi kaç dakikada üzerime gelen nesnelerden daralıp, oraya bomboş ve huzurluca, dingin gitmeyi arzuladığım için. Yakıştıramasam da bu yaşta bu düşünmeyi, istedim işte, düşünmemek için istedim ölümü. Çürümek, kokuşmak ve iskeletleşmek nasıl bişey, bunu erkenden yaşamak istedim.
Şey, aslında ben ölmek istemedim dün gece; dünya değiştirmek istedim yalnızca...

23 Eylül 2007 Pazar

ne yaparsan yap ya da

Soğuk bir günde; boğaz yolculuğu yap ve vapura bin, arkaya otur, demirlere doğru uzat ayaklarını, rüzgara bırak kendini sonra, martıları dinlerken, izlemeye çalış İstanbul'u... Demek isterdim; oysa sen sevmezsin denizleri, deniz senin için sadece bir ad. Oysa ben severim denizleri, korkuyu ve hayranlığı aynı anda yaşattığı, ürkütücü ve düşündürücü geldiği için...

Canın sıkıldığında at kendini İstiklal kalabalığına, içinden geldiği gibi giyin, afişlere baka baka, insanlara çarpa çarpa yürü, kitap ve cd satan insanlardan teşekkür ederek kendine bişeyler al, insanların seninle ilgilenmediğini, seninse onlara yetişemediğini, yetişemeyeceğini gözlemle... Demek isterdim, oysa sen sevmezsin kalabalığı, kalabalık senin için sadece bir gürültü. Oysa ben severim kalabalığı, sessizliğe gelemediğim, yalnızlıktan korktuğum, caddenin farklı farklı insanlara kucak açtığını gördüğüm için...

Kendini çaresiz hissettiğinde, durdur zamanı. Günün 24 saatini 16 saat olarak ayarla kendince, kendi zamanını kendin ayarla. Zaman tanrısı Cronus'a yanlış ayarda olduğu için öfkelen. Tanrı önemsemediği için zamanı, tüm sinirini kolundaki saatten çıkar... Demek isterdim, oysa sen sevmezsin sabretmeyi, zaman sadece geçici bişey senin için. Oysa ben severim zamanla yarışmayı. Kendi zamanımı kendim seçtiğim, zamana dur dediğimde durmayıp, 'sabretmek'
denen fiili kendi kendime öğretebildiğim için...

Herşey anlamsız gelmeye başladığında; hayal kur, beynindeki boşluklara yeni hayatlar ekle, başka alemlerde planlar kur. Büyük hayaller için kurmak için büyük insan olmak gerektiğinin mühim bişey olmayacağına inanarak... Demek isterdim, sen sevmezsin hayal kurmayı, hayal kurmak senin için zaman kaybından ibaret. Oysa ben severim hayalleri, çünkü insanlar hayallerine normal hayattan daha kolayca yön verebilirler; ki küçük hayaller için de sıradan heveslerin yeterli olduğu bilincinde olduğum için...

Yapacak bişey bulamadığında ya da kalmadığında, konuşmaya başla. Tek düzeliği, yeni cümleler kurup atlatmaya çalışarak hafifle. Susmanın sadece, sessiz bir tükeniş olduğunu öğren, daha çok ifadeyle çözüm yolları arayarak rahatla. Demek isterdim, oysa sen sevmezsin konuşmayı. Konuşmak senin için, gereksiz bir zahmet. Oysa ben severim konuşmayı, senin gibi susarak kusmadığım için kafamdaki tilkileri...

iyiliğin ve kötülüğün eşiğinde

İyiliğini isteyecek kadar kötü değilim ben;
Sadece yalnız kalıp, kendi kendine ömrünü azaltmanı bekliyorum; kendinle barışık olmadan yap bunu. İnsanların yanındayken de bedenini daha erken yaşlandır, burnunun üstündeki gözlüğü farkedemicek ve farkedilemeyecek kadar huysuzlaştır ve yalnızlaştır kendini.
Sonra adını hatırlayamayacak kadar kaybet hafızanı. Ruhunu da aç bırakmayı unutma. Her zaman seninle sandığın müziğin sağlam kulaklarını patlatmasına müsade et, ki Tanrı'nın yüksek sesle senle dalga geçtiğini anla. Yanında zannettiğin kalbini de aç bırak, dinlediğin şarkının kalbini acıtmasına izin ver; ki Tanrı'nın canını sıktığını anla.
Git, gelmemek üzere, ya sihirbazların yok ettiği ender insanlardan biri olmaya çalış ve bir daha gelme işte. Çok, çok uzaklara git, yolunu bermuda şeytan üçgenine düşür ve bir daha dönme. ya da beynini, kalbinle beraber bilmediğin yollara doğru sürükle; ikisinin galip geleceğini düşünüp, yarı yolda yenileceğini bilmeyerek...
Bunları yaparken büyük bir haz duy; hain olduğunu düşünerekten...

Kötülüğünü isteyecek kadar iyiyim ben;
Eğer ki uzaklara gitmediysen, depremleri davet et evine, karşı koymaya çalışmadan. Bedenin hala sağlamsa, kendini köprüden pis sulara bırak ya da boyutlarını hesaplayamadığın bir binanın üzerinden sert betonlara. Ki hala hayattaysan masum ve hatalı bi cinayete kurban edilme planları planla, ardından kadavran sorgulansın
Eğer ki müzik kulaklarını patlatmadıysa, dinlediğin şarkının mideni acıttığını hisset ve kendine gelemiyecek kadar alkole ver kendini, ağzındaki köpüklere, midendeki ürkütücü sancılara şahit olup, ta ki cinnet geçirene dek, ardından korkunç efsaneler yaratılsın.
Eğer ki hala yaşlanmayıp, kendini dinç ve kalabalıklarda hür hissedersen; kendi kendine bağır çağır; ne varsa kır dök, çığlıklar at, gücünü kahrederek ölç. Pişmanlıkla kahrolma yerine, işkenceyle yıpratılmayı dene, dene ki ardından acizliğe dair kitapların yazılsın.
Bunları yaparken de küçük, çok küçük bir bedel öde, hain olduğumu düşünerekten...

sana bir sır verim mi?

Sana bir sır verim mi?
Gördüklerinin hepsi sahte, duyduklarının hepsi palavra, bildiklerinin hepsi yalan, inandıklarının hepsi birer oyun...
Gerçekleri görmek, duymak, bilmek ve bildikten sonra inanmak mı istiyorsun; neyin sahte, neyin palavra, neyin yanlış ve nelerin oyun olduğunu görmek, duymak, bilmek ve bunlara inanmamak mı istiyorsun? Peki neyi istediğini biliyor musun o halde?
O zaman aç gözlerini ve kulaklarını, dünyanın sana yalanlar söylediğini gör, duy, bil ve buna inandır kendini. Gözlerine ve kulaklarına bağladığın şeyi çıkar; bildiğine inandığın herşeyi yok et; şimdiye kadar inandığın tüm şeyleri at çöpe. Dünya seninle oyun oynuyor; farkına var bunun. Hem baksana dik duruyor mu, peki hiç yerinde duruyor mu? Dönerken seni; olduğun yerde, olduğun gibi bırakıyor mu? Dünya seni de, kendini de kandırıyor dostum.
Ve sen olduğun yerde, olduğun gibiyken; ben sana bir sır verdim, dünya dolandırmış seni bi kere. Nedenini de söyleyim mi? Arayış içinde o da; ne istediğini bilmiyor ve hiçbir şeyden tatmin olmamış bulunmakta, hatta büyümemiş daha dünya.
Senin gözlerine, kulaklarına çözümsüz düğümler attı. Bildiğin ve inandığın şeyleri, başka şeylerin karşılığıyla değiştirdi ki inandıklarının da yolunu şaşırttı. Görmek istediklerini duymak istediklerine söylerken; bilmek istediklerini, inanmak istemediklerine söyledi ki; söylemek istediklerini, söylemek istemedikleriyle çoktan söyledi bile...