Blog Listem

Bu Blogda Ara

Sayfalar

19 Aralık 2007 Çarşamba

Hayatsavar

İnsanoğlu neden dünyayı değiştirmek, değiştiremeyince düzeltmek, düzeltemeyince de anlamak ister?
Yaşadığımız bu komplike gezegen çok mu fazla ayağımıza düştü, yoksa burnu çok fazla uzadı da, tekrip etme eylemine koyulduk?
Bir yandan beynimizdeki kirişleri kırmaya çalışırken, diğer yandan da kafa tutmak çok zevkli olsa gerek bu azamet sahibi yer için. Biz insanoğlu tatminkar olmayıp, çok mu fazla seviyoruz tamahkarlığı. Yoksa bu kozmik evren hep mi cengaver kesiliyor karşımızda?
Çağ atlarken, gitgide ortaçağ zifiriliğine daha çok gömülüyoruz, tersine döndürmeyi de becerebiliyoruz ya.
Elastik beyinlerimizle ya satır aralarında, ya naif bir melodide, ya da her cam kare veya bir tuvalde dünyayı arıyoruz, ortaya koyduğumuz tavır mutlu olmakla ve buna çalışmakla belirginleşiyor.
Kendimizi dünyanın sekizinci harikası zannederken, dünyanın bize empoze ettiği kuralların esiri oluyoruz ve 'harikalık' kendini eğreti bir şeye bırakıyor ve gittikçe yavanlaşıyoruz.
Elde ve solda sıfır. İşleyişine hayran olmaktan, düzenine tükürmekten başka yapacak birşeye mahal kalmıyor.
İnanç, ahlak, gelenek, kanun ve bilgisizlikleri mimliyoruz ve düşüncesizliğe göğüs gererken, düşüncelerimize gem vurmak zorunda kalıyoruz, altın bir tepside çözüm önerileri sunulmayınca ütopik bir ülke ve yönetim hayali peşinde koşuyoruz; özgürlüklerle dolu. Gerçeklerle karşı karşıya kalınca set çekiyoruz herşeye. Kralı ya da kraliçesi olduğumuz ülkede, tacın da ironik birşey olduğunu görüyoruz. Yerçekimine karşı dünya gibi. Kral mı çıplaktı? Dünya çıplak...
Sevgi, saygı, anlayış ve erdem denen kelimeler figüratif gelip, değiştirmek için daha çok ayaklı beyinler ürerken, kendi sığınağımızda dünyaya karşı açılan cepheleri arttırıyoruz. Madem ki sınırlandırıldığımız, zorlandırıldığımız zaman özgürleşiyor, muktedir sahibi oluyorsak; değiştirmeye önce kendi alanlarımızda başlamak ve bunun sonucunda uyum sağlamaktan başka yol görünmüyor.
Dünya denen çemberin alanının (?) ortasında hayatı savınca daha bi akılsızlaşıyormuş insan. Daha çok irdeledikçe ve daha çok mutsuzlaşınca insan daha bi ustalaşıyormuş. Hayatı uzaklaştırma ve yaklaştırma ikileminde alamadığım kararlar sonucu çizdiğim yolda ilerlerken, Ahmet İnam'ın bir yazısını yad ediyorum...

'Alisilagelmis bakisla, düsünen, arastiran, sorusturan, elestiren insanin mutsuz olmasi gerektigine inanilir. Dünyadaki gidise "akli eren" insan, oradaki akildisi akisi, haksizligi, sömürüyü, aciyi, iletisimsizligi, kisacasi dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydin mutsuzdur; gördügü karsisinda; gördügünü düzeltmeye çabalamasindaki yetersizligi karsisinda. Düsününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasil düstügünü görmüstür, kendinin ve insanligin. Düsünüyorum: o halde mutsuzum der. Mutsuzluk dünyayi degistirmenin bir gerekçesi olur; yalniz gerekçesi degil, itici gücü, enerjisi. Mutsuzlar, dünyaya isyan edip, dünyayi degistirmeye, dönüstürmeye çabalayacaklardir. Mutsuzluk, uyumamanin, uyanikligin, isyanin, elestirinin bir itici gücüdür. mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir. Oysa, mutlu, tam bir salaktir. düsünme gücünden yoksun, bilgisiz oldugu için mutludur. Aydin mutlu olamaz; o denli çok kaygisi; içinden bir türlü çikamadigi kendisine, düzene, düzenin degistirilmesine ait sikintilari vardir ki, mutlu olmasi olanaksizdir. Bos kafali, yasamayi yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar mutluyum diye dolasirlar. Ne kadar kapsamli, ne kadar derin düsünürseniz o kadar mutsuz olursunuz.'

Hiç yorum yok: