Blog Listem

Bu Blogda Ara

Sayfalar

23 Kasım 2007 Cuma

Anlamak

Dev bir fanusun içindeyim ben;
Fanusum dünya.
Başımı çıkarıp bakıyorum.
Dünya genişliyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir oditoryumun ortasındayım ben;
Konuştuklarım duyulmayanlar.
Sesimi yükseltiyorum.
Dinleyenler hissizleşiyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir yasanın gücündeyim ben;
Kurallarım yılanların asası.
Çiğnemek istiyorum.
Dokunduklarım bölünüyor;
Ben kayboluyorum.

Dev bir günahın gizindeyim ben;
Günahlarım masumluklarım.
Bağışlanmak istiyorum.
Kovulduğum cennet;
Ben kayboluyorum.

Dev bir çığlığın üstündeyim ben;
Çığlığım bedenler.
Hayatın bacaklarını aralıyorum;
Bedenlerin canı acıyor.
Ben kayboluyorum.

Küçük bir taşın özündeyim ben;
Taş; kalp kesilen...
Özüm ayak izleri.
Hiç bir şey istemiyorum.
Ben kaybolmuyorum.
Göç ediyorum...

O

O;
Kendini ve evreni ateşe verebilecek kadar piroman.

O;
Hayatının rampasında düşmeden yürüyemeyecek kadar beceriksiz.

O;
Ağaçakakanlar gibi kendi benliğine oyuklar açabilecek kadar gözükara.

O;
Engizisyon mahkemelerince yakılabilecek kadar günahkar.

O;
Korkulukları; şövalyeciliğe değişebilecek kadar kararlı.

O;
Mona Lisa'yı ağlatabilecek kadar güçlü.

17 Kasım 2007 Cumartesi

Aleti Kullanacaksın

İnsanoğlunun dünyaya duruşunun ve doğaya egemen olma isteğinin sonucu ortaya çıkan sorular ve sonuçlara bakınca; bu çarkın içine ettiğimizin farkına varıyoruz. Bunlar dışında dünyayı gözlemlediğimizde; bu kadar olağan işleyişine şaşmamak imkansız. Dünya; ya iki katı hızla dönseydi, ya da dik dursaydı, hem kendi, hem de Güneş'in etrafında belli bir yörüngeyi takip etmeseydi diye kendi kendime sorular sorup, kendimce cevaplar veriyorum. Yaşamın olmadığı iddia edilen diğer gezegenlerden; tuhaf canlılar indiriyorum yeryüzüne kendimce ve kaçıkça gelecek ama, bu yaratıklar; şahit olduğum bu dünyadaki canlılardan çok daha makbul geliyor.
Bize sunulan bu gezegende; iz bırakanlara hayran kalmamak elde değil. Bizler bu dünyaya; nefes almak için gelseydik ya da yeryüzünde yalnızca sahip olduğumuz bedeni taşımak üzere görevlendirilseydik; algılarımız ve duyularımız olmayacaktı. Akıl denen şeyin; doğayı anlamak, doğaya hükmetmek ya da doğada kaybolmak ve hatta doğadan yararlanmak üzere bize emanet edildiğine inananlardanım. Peki zekasına yön veremeyen insanoğlu, neden bunun esiri olur ki? Ya da şöyle diyeyim; aklın yanında akılsızlık neden komşu olur?
Tabi doğayı, yaşam denen çarkı aramaya koyulduğumuzda; araştıranların bilim insanı, sorgulayanların filozof olduğunu biliyoruz. Yağmuru hikmet olarak görenlerle, felaket habercisi olarak görenlerin olduğu dünyadayız; soruyoruz, yargılıyoruz, gözlemliyoruz; bilmek istiyoruz.
Sanırım ben bu bağlamda, çok fazla soru soruyorum. Anlamanın çözmeye yetmeyeceğini elbette biliyorum; ama çözmenin, kendimi ve bu dünyada neden yer edindiğimi anlamak için sorduğum sorulara giden köprü olduğunu bildiğimden; soruyorum. Neden, durmadan çoğalıyoruz?
Bu gezegeni ve içini doldurması için insanlar, hayvanlar ve canlılar yığılmış; tabi bizi hayvanlardan ayıran en önemli şeyin düşünebilmemiz, yani aklımızı kullanabilmemizdir. Daha fazla yaşama nedeni, daha fazla yer edinmek ve yaşamamızın bir anlam teşkil edebilmesi için uyum ve zaman gibi maddeleri sıralar olmuşuz. (Birini çokça harcarken, diğerine zorla sahip olmuşuz) Bu maddeler kimine göre sevgi, kimine göre para, ya da kimine göre güç ya da herhangi bir olgudur. Herşey değişkenlik içinde, biz de buna kendi düşünme gücümüzle sınırlandırıyoruz, işte bunu belirleyen de zaman ve yaşama ortamımız. Mesela zevklerimiz; kimine göre müzik, bir kuş sesidir, kimine göreyse basit bir melodiden ibarettir. Herşey özünde birbirinin aynısıyken, aslında düşünüp farkına varınca en uç noktalarda görünüyor.
Akıl ve düşünme istenci olmasaydı, taşı nasıl yerinden kaldırabilirdik, nasıl merak eder ve merak edişimizi anlayabilirdik ki. Ve nasıl programlı canavarlar haline gelebilirdik. Bize sunulan bir bedene, bizim sunulduğumuz bir dünyaya ve her ikisiyle yarışabilen ve kendisini kendisine sunabilen bir akla sahipsek; neden aldığımız her nefesin ve sahip olduğumuz her bir beyin hücresinin hakkını vermiyoruz?

16 Kasım 2007 Cuma

50 mg.

50 mg. size birşey çağrıştırıyor mu? Benim için geçen haftaya kadar hiç bi anlamı olmamıştı. Son zamanlarda kendimi boru gibi hissetmeme neden olduğu için o kadar minnettarım ki. 50 mg. dozu olan ilaçlarımın, beynimdeki tırtılı öldürmesi, herşeye sadece sakin bi kafayla bakmam hepsi bunun sayesinde oldu, çok şey borçluyum o tablete. Beynimin endorfin ve serotonin hormonlarını salgılamasına o kadar ihtiyacım vardı ki. Hergün bardaklarca kahveyle bedenime kafein işkencesi yaparken, rahatlamayı her sabah ana maddesi sertralin olan küçücük bi habın usulca gerçekleştirmesi... Üç hafta sonra saat 00.00'da 28 kapsülüm bitecek ve ben yine yararsız ve tutarsız, bi halta yaramayan düşüncelerimle yol alacak mıyım diye kendi kendime düşünürken; eksi olanı anladım. Herşey yolunda. Kafam güzeldi ama birşey eksikti. Aşık olmak istiyorum. Gözlerimin yeniden parlamasına ihtiyacım var benim, sertraline değil; adrenaline ihtiyacım var. Obsesif kompulsif ya da depresyon ilaçları bikaç hafta sonrasında nereye kadar çantamda ve hayatımda yer edecek ki, ne zamana kadar onlara minnet duyacam. Midemi küçük haplarla değil, kalbimi büyük heyecanla doldurmak istiyorum. Zihnimi mükafatlandırmak istiyorum ben.
Tuvaletlerde ağlamaya, sabah akşam çikolata yemeye, tavanı izlemeye, eline makası geçirip saçlarını kesmeye, telefonlara cevap vermemeye, bira şişeleri koleksiyonuna, hiç gereği olmasa gerek depresyonda birinin; nasıl aşk deli ediyorsa, bizi iyileştirebilecek güç bunda. Panzehir şu aşk denen şey.
Bana yeniden aşkın varlığını, ruhumun küflenmekte olduğunu hatırlattığı için o kadar minnettarım ki şu 50 mg. a...

Masalımsı

Bir varmış, bir yokmuş; varken yok olmuş, yokken var olmuş.
Bize hep masal anlatıp duruyorlar değil mi? Her masalda uyuyan güzel 100 yıl uyuyor, bu hiç 99 yıl olmuyor. Her defasında, o cam ayakkabı Külkedisi'nin ayağına uyuyor. Pamuk prenses, saflığının kurbanı olarak, hep o zehirli elmayı yiyor ve zehirleniyor ve hiç yedi cüceleri 6 cüce kalmıyor. Her masalda Rapunzel'in saçları gür oluyor. Ve yine her masalda kırmızı başlıklı kız, babaannesine gitmek için aynı orman yolunu seçiyor. Masalların sonunu, prensle prensesin dillere destan düğünleriyle bitirip durdular; iyiler mutlaka kazandığını, kötülerinse daima yenildiklerini kulaklarımıza aşılayıp durdular.
Bizleri hep sonu mutlu biten masallara alıştırıp, inandırdılar; bu aldanılası masallarla uyuttu büyükler. Unutulan biri vardı; kibritçi kız. Bir yılbaşı gecesi soğuktan donarak ölen bi küçük kız. Onu masalın sonunda ne öperek uyandırabilecek bir prens ne de babasıyla mutlu mesut yaşadığı şatosu vardı. O kadar uzakmış ki masallardan; soru sorup, gerçeği öğrenecek bi aynası bile olmamış.

İşte ben de birgün kendimi bi masalda buldum; toz pembeydi. Uyandığımda, 'herşey çok güzel olacak diyordum; karşımda Pinokyo'lara ve Kurt adamlara hiç yer vermemiştim, ne kırmızı bi başlığım vardı, ne de kaybolabileceğim bir ormada yol alıyordum. Herşey çok güzel ve masallardaki gibi masum olmalıydı. Yo yo, Alaaddin'in sihirli lambasından çıkan cin'in; 'dile benden ne dilersen' dese, isteyecek hiçbir şeyimin olmayacağı değerde, sihirli bir değnekle bir perinin vaad edeceği dileklere ihtiyaç olunmayacak bi masaldı benim ki. Masalın sonunda hiç bi zaman bi tacımın olmadığını öğrenmiştim. Ben gerçek bi dünyadaydım, masallarla uyutulmuştum ya da her masal birbirinin aynısıydı, öyleydi. Sıradışı değilmiş benim masalım; sıradanmış. Ve zehirlenip, gözlerimi açtığımda aynayı kendime doğrultmuş; 'Ayna ayna, söyle bana, benden daha salağı var mı dünyada' diye sormuştum. Ve bundan sonra, hayal gücü barındıran, güzel masallara kulaklarımı tıkar olmuştum. Anlamıştım, anlatılacak masallara yem olmadan.
Herkes peri masallarındaki prenses olmak istiyor; oysa ben Kaf Dağı'nın ardındaki cadı olmak istiyorum.

15 Kasım 2007 Perşembe

Döngü

Yedi yaşımdan bu yana, okuma yazma öğrendiğimden beri, yani tam 13 yıldır; 13 milyar yıllık yaşlı bi küreye yeni bi anlam verebildim. Daha önce dünyayı ve canlıları bişeye benzetmem sorulsaydı; dünyayı matador, kurbanları da insanlar olarak belirtirdim 'saçmasapan bi süblimasyon' der geçerdim. Adlandırmak istiyordum ki tanıklık ediyosam bu argümansız yaşama, bi anlamı olmalıydı; ya da bi anlam katmalıydım; bunu beceremiyorsam, benzetmeler yetecekti...
Astral seyahat yapıp etkilenen arkadaşımın, evrende olan bitenin ve de evrenin kendisinin dahi bir enerji olduğunu ve akış içinde tıkır tıkır işlediğini bana anlatma çabalarından sonra; psikoloğumun yaptığı tanım bana daha mantıklı geldi. Herşey bir döngü halindeymiş. Mutluluklarımız, mutsuzluklarımız, küçük ve büyük sevinçlerimiz... Hayatta önemsememiz gereken o kadar çok şey varken, küçük mutlulukların, büyüklerini kovaladığını ve bazen birbirini tamamladıklarını ve bazılarınınsa 360 derece dönüp en başa dönüştüğüne inandırıldım. (Oysa insanların küçükken oyuncaklarının dünya olduğunu, büyüdüklerindeyse, dünyanın oyuncağı olduğunu boşuna düşünmemişim) Tabi biz de birşeylerin, bu mutlulukların farkında olmuyormuşuz. Dönemeç ve bulamaç yani... Aklıma Polyanna ve oyunu geldi; o da bir çeşit mastürbasyon, kendi kendini tatmin etme eylemi.
Daha geniş perspektifden bakarsak; bu döngü, canlı ekosisteminde de böyle. Tüketicilerin yaşama devam edebilmesi, üreticilerin karbondioksiti özümsemesine bağlı. Doğadaki yaşam piramidi de bu; biri eksilirse, diğeri yok olur. Varolabilme, ayakta kalabilmeye bağlı.
Yaşamın temellerini doğadaki kurguyla açıklamak isteyen filozoflardan Thales, herşeyin sudan, Herakleitos ise herşeyin ateşten yaratılıp, tekrardan su ve ateşe dönüşeceğini saptayarak materyalizmin temelini atmışlar.
Platon'a göreyse, eğer evren döngü halindeyse, evren bir yerden sonra tersine akış gösterecek ve zaman da bu döngüde yerini alacak; böylece ölüler mezarlarından çıkıp gençleşecek ve bebeğe dönüştükten sonra anne rahmine dönecektir. Platon zaten bu dünyaya ait olanın bedenimiz değil, ruhlarımızın olduğu kanısındaymış. Öyleyse bizim yaşam döngümüz; ruhlarımızın yaşlandığında kendini tamamlaması; çünkü o bu dünyaya ait.
Yüzyıllar sonra spiritüalistler, reenkarnasyonu benimseyerek; ruhun sürekli olarak bedenlendiğine inanmışlar. Mevlana da 13. yüzyılda; yani bu terimden önce; 'Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum' demiştir.
Bu döngü denen şey, ister zıtlıklarla olsun, isterse birbirinin devamı ya da birbirini tamamlayacak şekilde olsun, asıl anlatmak istediğim; sevdiğim yazar Aldous Huxley'nin güzel bi sözü, bu döngüyü, belki de kısırdöngüyü gayet yerinde özetler; 'Belki de bu dünya başka bi gezegenin cehennemidir!'
Eğer ki herşey dönüşümlüyse, birbirinin tekrarıysa ya da birbirine bağımlıysa; neden olmasın?

Kim bilir?

12 Kasım 2007 Pazartesi

Olgunluk

Olgunluk denen kavramı artık rahatça tanımlayabiliyorum; kendi düşünce, fikir ve görüşlerimi göz önünde bulundurarak.
Olgunluk; bence ne yaş ilerledikçe kemale ermek, ne de yaşken eğilen ağacın kök salması. Bence olgunluk; hangi yaşta ve hangi durumda olursa olsun, aldığın kararların yıllar sonra da aynı çizgide devam ediyor olması ve bu durumu çok öncesinden kabullenebilme durumu. Bir nevi kendi benliğinde uyum ve hareketlerinde farkındalık! Eğer ki kırk yaşına gelmiş biri, on yaşındaki birinin davranışlarını sergiliyorsa; onun bu tutumunu çocuklukmuşcasına yargılamak, bence anlamsız. Çünkü bize çocukça gelen durumlar ya da eğilimler, başkalarının mizacında olan birşeyse, ya da onun kendince denge profiliyse. Bu tam tersi için de geçerli. Bizim bu konuda düşüncelerimiz, bu davranışın tutarsızlığını eleştirmekten ileri gidemez. Elbette bu durumda olgunluk, bireyin neye nasıl yön verebildiği olmakta. Demek istediğim; insanoğlunun varoluşunun temelinde yatmakta olan kendi benliğini uyandırıp, sorgulayıp ve de bu sorgulama sonucu aldığı kararlar; yıllar sonra ya da tam olarak; 'işte ben'im dediği anda daha önceki düşünceleriyle ve davranışlarıyla aynı kararlılıkta sebat ediyorsa ya da etmişse, bu o kişinin yetkinliğini gösterir; en azından kendi üzerindeki. Söz konusu alınan istikrarlı kararlarda; inanç, güven, zaman ve deneyim yatar. Tabi bu kararların benimsenmesi, ya da 'ol'muşluk; ne istediğini bilmekten geçer; neyi ne kadar ve nasıl istediğimizse, kendimizi tanımakla, kendi karakterimizi tespit etmekle eşdeğerde. Sanırım en zor olanı da bu olsa gerek. Çevremizde o kadar farklı karakter var ki, bunları özümsemek değil de, bunlara ayak uydurmak, kendi karakterimizi onaylamaktan daha karışık. Yetişkin olmakla takındığımız tavırlarımızın şekillenmesi ve biçimlendirilmesi, her süreçte çelişki ya da uyumsuzluk yaratabilir. Bu noktada kişinin kendini olgun olarak nitelendirmesi; çelişkilerini bir yana bırakıp, zamanında (ki bu geniş bir zaman) kendini ve çevreyi algılandırıp, anlamlandırabilmesi; dolayısıyla farkında olabilmesi ve bunu 'ol'duğu gibi kabullenmekle birlikte egolarını tatmin ederek yapıp, bu durumdan hoşnutluğu ya da hoşnutsuzluğu demek oluyor.

7 Kasım 2007 Çarşamba

5 Kasım 2007 Pazartesi

Delgadina

Delgadina...
Ruhum benim.
Gabriel Garcia Marquez'in 'Memorie De Mis Putas Tristes' adlı romanında, yazarın masum gülümseyişine ve uykudaki haline aşık olduğu kıza koyduğu isim... Kitap, Yasunari Kavabata'nın 'Uykuda Sevilen Kızlar' ı anımsatsa da; 90 yaşında, sevimsiz, çirkin, pinti bir gazeteci ve radyo programcısının, 14 yaşındaki saf bi fahişeye olan aşkını, yaşlılık sanrılarını atarak, saçma gibi görünse de sevimli bi dille anlatıyor.
Delgadina...
İçinde bulunulan ruh durumuna göre göz rengi değişen biri; uyandığında su rengi, güldüğünde bal rengi, kızdığında köz rengi...
Doğumgününde; hediye edebilecek kadar masum, heyecanlanmasın diye ilk gecesinde, kedi otu katılmış bromürü fazlaca içirilip, saatlerce uyuyakalan; kendini bayat bi kefale benzeten ihtiyarın; masallar anlatıp, saatlerce öylece izlediği; bir fahişe.
Bakireliğin sembolü bir fahişe.
Delgadina...
İspanyol kralın aşık olduğu kızdır; aşkına karşılık vermeyince, babası tarafından kuleye
kapatılan ve susuzluktan ölen zavallı bir prensestir.

Biz'ler

Hepimiz masum biri olarak adım attık dünyaya. Gözlerimizi açıp, dünyaya ilk bakışımızın yıllar sonra şekilleneceğini bilemiyorduk. Güzel şarkılar söylendi başucumuzda. Büyüdükçe takdir edildik, okul yıllarında ilk kurdaleleri alan bizler olduk, ilk okumayı söken de bizdik.
Büyüdükçe, geleceğe dair planlarımız da büyüdü, umutlarımızla zıt olarak. Büyüyünce doktor olunacak çocuklar; 'bırakın da ben olayım' demeye başladı. Sonra sorumluluk adı altında, koyun sürüleri gibi girdik sınavlara, kabullendik. Koskoca amfiler, sert bakışlı profesörler, hareketli bi kampüs, anılarla ayrılacağımız arkadaşlarımız oldu. Alışmıştık bunlara. 'Kişiliğimiz üniversitede şekilleniyor' dendi, izin verdik. Çocuklarımıza anlatacağımız anılar, dostluklar yetiştirdik durduk. Peki ya sonrası. 'Okul bitsin, gidelim bu ülkeden' lafları dilimize pelesenk oldu, bekledik. Evet hayallerimiz büyüdü derken, terketmenin cazipliğiydi anlatmak istediğim. Sorumluluklarının farkında bi nesildik biz oysa.
Farkettim de, ortaokul-lise yıllarında İpek Ongun'un kitaplarındaki o cicili kız Serra, üniversiteye geçtiğimizde, yerini Kanat Güner'e bıraktı. Enjekteyi topuğuna geçiren Kanat Güner'e karşılık, hayatın en sivri acısını beynimize geçirdik, kusabileceğimiz mecra aradık durduk. Bizleri beyaz gömlek giyip, laboratuvarlarda çalışarak görmek isteyen, 'masa başında çok para var' ı savunanlara inat, fildişi kulelerimize hapsedilmek istemedik. O kadar yorulduk ki nasihatlerden; kötülük yapmak istedik; oysa o kadar masum doğmuşuz ki, kötülük düşüncemiz Marquez De Sade kitaplarını iştahla okumaktan ileri gitmiyordu.
Tabi bunları yaşarken gözardı etmediklerimiz de oldu, değer verdik insanlara, hayatımızın odağı haline getirdik, yılmadık. Sanatı da ihmal etmedik hayatımızda; tiyatro koltukları, bale salonları aşındırdık, biz böyle mutluyduk. Büyüdük ya, bi rock grubumuz olsun; amfileri doldururken, amfileri doldurtalım dedik, odamızda asılı posterlerdeki starlar gibi.
Hayatın çok çok başındayken, bi tavır takındık hayata. Büyüklerimiz gibi sıradan olmamak için, asiliği seçip, uzaklaşmak istedik heryerden, attık kendimizi kalabalıklara. Travestilerle dost, dilenci çocuklarla kardeş olduk; festival gençliğiydik biz, serseri ruhlu, saçlarımız, tırnaklarımız kirli, cepte para yok; ama elinde gitarı soğuk demeden gece lambası altında, elinde birayla şarkılar söyleyen...
Bizi iyi okullarda okutup, bizim için ummadık paralar döken ailemizden, okuldan, amfilerden kaçtık. Peki nedendi bu kadar çok kaçış? Biz hayattan kaçıyorduk, kendimize bişeyler ispatlamak istiyorduk, yazacak bişeylerimiz olsun, çocuklarımıza anlatacak anılarımız olsun, söyleyecek şarkılarımızın olması için kaçıp duruyorduk, 'kendimizi kendimiz bulmak' amacıyla kaçıyorduk. Kaçmaya da devam ediyoruz.
İlk kurdalemizin kaybolması, ezberlediğimiz ilk paragrafın hatırlanmaması, kurduğumuz ilk hayali anımsayamayışımız adına kaçıyoruz.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Gitmedim daha

Hala burdayım,
Henüz yol almadım daha.

Hala karşınızdayım,
Ayracım hala kitabımın arasında,
Odamın ışığı sönmemiş,
Yatağımın üstü örtülmemiş daha.
Dosyalarım karışık, her yan dağınık...
Hep aynı şarkı, değiştirilmemiş
Rujum hala yarıda, bitmeyi bekliyor;
Giysilerim solmayı, ayakkabılarım eskimeyi...
Yarım kalan kahvem daha soğumadı.
Şimdi gitmemeliyim.

Kıyamet

Gökyüzü ikiye ayrılacak,
Ve tüm insanoğlu
Çarpışacak birbirine gökyüzünde.

Çağlar ters çevrilecek,
Saatler düşecek yere
Karışacak birbirine dakikalar.

Öfkelerimiz tek tek
Karşımızda olacak,
Günahlarımız dalga geçecek.

Korku filmlerindeki ürkütücü müzik,
Sağır edecek kulaklarımızı
Duyulmayacak çığlıklar.

İyiler önce cehennemde arındırılıp,
Cennete gönderilecek.
Kötülerse, çektiler bu dünyada cezalarını.

Cayır cayır yanan kazanlar,
Boynuzlu işkenceciler,
Gülümseyen zebanilerin karşılamaları,
Güneşin batıdan doğuşu,
Nostradamus'un kehanetleri
Yalan!

Arayış

Arıyorum!

Matematikte arıyorum kendimi;
Denklemlermiş. Anlaşılması kolay, çözülmesi zor bi denklemim. Hayatımda mantık arıyorum. Bakıyorum, başlı başına bi problemim ben bu sayısız bilinmeyenli denklemlerle, ters orantılıyım. Çarpıyorum gerçekleri suratıma, kendimi çarpanlarına ayırıyorum, hesap sağlamasını yaptıktan sonra; bakıyorum ki sonuç; etkisiz eleman. Karmaşık sayılara bakıyorum, ben de onlar gibiymişim, karmaşık...
Geometride arıyorum kendimi;
Üçgenlermiş. Ben, düşüncelerim ve beynim üçgeninde, üzerime çizilen her bi dikme doğru seçeneğe ulaştırmıyor. Analitik incelediğimde, yamuk olduğunu görüyorum herşeyin, bi boka yaramıyorum. Ben bu çemberin dışındayım...
Fizikte arıyorum kendimi;
Quantummuş. Mutlak doğruları yokmuş , göreceliymiş benim gibi. Sıkılıyorum, elektrik akımı derken, bunları beynime uyarlamayı, uyarılmayı istiyorum. Olmuyor, düz aynalarımda ışığı kırmak istiyorum. Hareket kanunları, basınç; uyguluyorum, etki-tepki olmaktan ileri gitmiyor, mekanikleşiyorum gitgide...
Kimyada arıyorum kendimi;
Maddeymiş... Hacim, kütle, çözünürlük... Uzayda boşu boşuna yer kaplıyormuşum, çözülmeden karıştırıyorum, heterojenmişim, her yerde aynı özelliği göstermeyen. Tepkimelere girmeye çalışıyorum bu defa; reaksiyon vermiyorum, insanlık adına bomba üretmeye veriyorum kendimi... Kimyasalım değil mi? Yeterince yapay...
Biyolojide arıyorum kendimi;
Canlıymış. Her bi dokum, her bi hücrem iflas etmişken, metabolizbam aksakken, bana ne sizin evriminizden, anlamsızca dizilen DNA' larınızdan, bana ne bozuk salgılanan hormonlarınızdan. Bana ne adaptasyondan, uyum sağlayamadıktan sonra... Bana ne çiçeğinizden, böceğinizden, üremenizden...
Türkçede arıyorum kendimi;
Sözcüklermiş. Dilleri yetersiz kelimelerin, anlatımı çelimsiz, noktalama işaretleri kararsız, edebiyatınsa dilleri bozuk. Bağlacı olmayan cümlelerimi birleştiriyorum, karışıyor harfler. Ünlemsiz ve sıradan edilgen cümleler onlar. Yüzüme bulaştırıyorum herşeyi. Durmadan anlatım bozukluğu yapıyorum, kendimi anlatamıyorum ya.
Tarihte arıyorum kendimi;
İmparatorluklarmış. Benim de var onlardan, kraliçesi de benim. Ekmek arayanlara, pasta uzatıyorum. Ben doymuyorum ama; yüzyıllardır yeni yerler fethediyorum, yeni kişiler. Sevdiğim kentleri duman altında bırakıyorum. Benim tarihim, savaşlarım...
Coğrafyada arıyorum kendimi;
Yeryüzüymüş. Dünyayı avucuma alıyorum, ters dönüyor. Haritalarımda; topraklarım, ovalarım, dağlarım karalı, nehirlerim bana küsmüş. Güneşse geç doğuyor. Her bir ülkelerim, şehirlerim ısınırken, ben ruhumu soğutmuşum...
Felsefede arıyorum kendimi;
Filozoflarmış. Platon, Sokrates, Aristoteles, Descartes... Hepsiyle kaynaştık, dost olduk. İdealar dünyası, ahlak felsefesi, usavurumculuk, düşünerek var olmak. Dayanak arıyorum. Sorguluyorum. Var'ım ki varlığımı sorguluyorum; çok soru sorup, cevap alamıyorum...

Hala arıyorum!

Çok mu şey istiyorum?

Televizyon;
Ne kadar güzel sunuluyor renkli dünyası değil mi? Çok çok küçükken, önümdeki o ilginç camı kırıp, içine dalıp, izlediğim programın içinde olmak isterdim, bunun imkansız olduğunu söylediklerinde, yayını nasıl yaptıklarını sorardım çocuk aklıyla. Anlamazdım, tatmin edilmezdim, hep ilgimi çekerdi o kutu. Özgürlük hissi verirdi TV kumandası.
Bilgisayar;
Teknolojinin son ilahı, sıradanlaşmanın panzehiri. Yalnızlıktan kurtarırken, gittikçe yalnızlaştıran makine. Oyunların çekiciliği ve sanalleşmenin, göz sağlığından daha mühim olduğunu kanıtlayan müptelalık harika. Ben şahidim ama, arkadaşımın günde onbeş saatini
verdiği için mutsuzluğuna, bense onbeş dakikamı verdiğim için mutluyum.
Cep telefonları;
Kitle iletişim silahlarından; sıkıldığım şey. Sıkıldığımda, listemdekileri isimleri geziyorum, hayatımdaki insanlar... Birkaç rakam yanyana gelmiş, iletişimi sağlarken, benle iletişimdeler. Neye üzülüyorum biliyo musunuz; bikaç kontör kazandırmak için reklamlarda dönen dümenlere aldananlara, bilmem kaç dakikası bir kontöre konuşmak için yırtınan zavallılara... Samimiyetsiz, klasik bayram mesajlarına... Kontör dünyası bu kadar egemen hayatımızda. Üzerimde isteksizce taşıdığım bu aygıtı, küçükken elime tıkıştırdığım oyuncaklarım gibi görüyorum. Yaşımı oluşturan rakamlar, ben büyüsemde oyuncağımdaki rakamlarla ortak, tek ortak yanımız bu.
Futbol;
İştahlandınız di mi? Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, dünya kupaları, Fatih Matih Teriminiz, sizin dünyanınız benim için hiçbir şey ifade etmiyor (Doğa sporları dışında hiç bi spor dalı ilgimi çekmiyor ya.). Skor anlayışınız, renk fanatikliğiniz, dilinizden düşürmediğiniz marşlarınız hiç ilgimi çekmiyor. Sadece merak ettiğim, gol anındaki heyecanınızın nereden geldiği. İşte bunun için, ömrümün bikaç saatini beni ayağa kaldıracak, sesimin kısılmasına neden olacak, canlı olarak izleyebileceğim bi maça verecem.
Filmler;
Sıradışı aşklarmış, 2. dünya savaşı filmleriymiş, bilimkurgu, macera, dramaymış, komikmiş, trajikomikmiş, öyleymiş böyleymiş. Hepsini seviyorum. Milyonlarca doların her karesine değercesine yatırıldığı sinema sanatını seviorum. Hem kim sevmez ki bi Al Pacino'yu, hatta Charlie Chaplin filmlerini. Bunlarla büyümedik mi?
Kitaplar;
Okuyupta etkisinden kurtulamadığım kitapları, üstüste koyup, sonra da hesap vermek istiyorum; altını çizdiğim satırlara, tek tek. Kitaplarımın ayraçlarının hangi alemlerde gezdiğini öğrenmek istiyorum aynı zamanda. 2+2=4 sonucunu bana verip, 2+2' nin 4 etmediğine inandıra kitaplarımdan.
Gezmek;
Bir yerde okumuştum; 'Gezmek, yüz farklı yeri görmek değil, bir yeri yüz farklı gözle görmektir.' Yok yok, yüz farklı yeri yüz gözle de görebilirim ben. Biraz uzaklaşabilmek için (dünyanın neresine olursa olsun), bir bilete o kadar ihtiyacım var ki şu an. Gezme derken, annelerin günlerine götürdüğü, kol çantasındaki çocuk gezmesinden bahsetmiyorum; tek başına bir tur. Ölmeden önce yapmam gerekenler listemde ilk sıralarda sırıtmakta dünya turu; piramitler, BüyükKanyon, Tac Mahal... Bir elin parmak sayısından az yılım kaldı, defolmak için...
Müzik;
Hendrix gibi gitar çalabilmek, Morrison gibi sahnede show yapmak. Ya da 80'lere gidersek; yarasa kollu gömlekler, aslan yeleli saçlar, bandanalı karizmatik rockerlar, 'long live rock'n roll' diye bağıran gençlik. Onları yaşamayı çok isterdim. Bir şarkıdaki hayvani gitar solosu, bir vokaldeki ağlanılası çığlıklar, kendinden geçiren melodiler... Bazen öyle ilaç oluyor ki.
Progressive'ymiş, hardıymış, blues rock'ıymış; dönüpte insanın doğuşundan beri bu müziğe eşlik edesi, Woodstock-69'u canlı görebilmek için hayatından bişeyler feda edesi geliyor, en azından benim için geçerli bu.
Satranç;
64 kareye, şah mat olana kadar hayatımdaki insanları sığdırıyorum. Atlarla filler birbirine karışıyor. Filler çapraz zıplayacakken, atlar koşuyor, ben kalıyorum ortada. Kaybettiğim insanların her biri karelerde yerini alıyor. Kalelerim geçit vermiyor onlara. Her bi yana hareket eden piyonlarım, hareket etmez olmuş. 64. kareye yaklaşmak üzereyim, vezirimin beni rezil etmesi umrumda değil. Her hamle, 64 kareye olan inadım.
Resim;
Tanrı beni bu güzelim yetenekten mahrum bırakmış. Kapanıp bi odaya, renklerle oynamayı, kalemle bişeyler çizebilmeyi ne çok isterdim. Bi Picasso, bi Van Gogh ya da en sevdiğim ressam Salvador Dali olamazdım belki ama, isterdim işte, tuvalle sevişmeyi.

Şimdi neden mi bunları yazdım; yukarıdakiler benim ve sizlerin hayatında yer edinen şeyler. Ben hayatımı planladım arkadaşlar. TV dizilerindeki dramatik Türk dizileri gbi değil bu planlarım. Ya da bilgisyar virüsüne format atıpta yok edilebilinecek cinsten değil, bir futbol topunun peşinden deliler gibi koşacak kadar heyecanlı hiç değil. Telefon tuşları kadar gereksiz, telefonuma kayıtlı insanlar kadar önemli.
Ne mi?
Bir ev istiyorum!
64 odalı değil bu istediğim, içinde at koşturmayacam nasıl olsa. Altından gümüşten de olmasın sırça köşküm. Dört odalı olsun; bir odam müzik odası olsun,; sevdiğim albümlerle, sevdiğim rock festivallerinin afişleriyle dolu bir oda. Bi odam film odası olsun, arkadaşlarım geldiğinde onlarla izleyebileceğim filmlerim olsun. Bi odam resim odası olsun, tablolarla dolu, içine girdiğinde ilham kaynağının gelip (bir de yetenek tabi) bana bu ilhamı verebileceği bi oda. Son olarak bi odam da kitap odası olsun; içinde tüm başucu kitaplarının olduğu, kahveyle beraber yazı yazabileceğim bi oda.
Çok mu şey istiyorum? Beklentilerim boyumu aşıyor mu? Arsa, araba, hesap cüzdanları istemedim ben, hiç de gözüm yok onlarda. Soruma gelince, evet çok şey istiyorum; bi dünya şey. Kendi dünyamı istiyorum ben.

Anormalmişmişim