Blog Listem

Bu Blogda Ara

Sayfalar

3 Kasım 2007 Cumartesi

Çok mu şey istiyorum?

Televizyon;
Ne kadar güzel sunuluyor renkli dünyası değil mi? Çok çok küçükken, önümdeki o ilginç camı kırıp, içine dalıp, izlediğim programın içinde olmak isterdim, bunun imkansız olduğunu söylediklerinde, yayını nasıl yaptıklarını sorardım çocuk aklıyla. Anlamazdım, tatmin edilmezdim, hep ilgimi çekerdi o kutu. Özgürlük hissi verirdi TV kumandası.
Bilgisayar;
Teknolojinin son ilahı, sıradanlaşmanın panzehiri. Yalnızlıktan kurtarırken, gittikçe yalnızlaştıran makine. Oyunların çekiciliği ve sanalleşmenin, göz sağlığından daha mühim olduğunu kanıtlayan müptelalık harika. Ben şahidim ama, arkadaşımın günde onbeş saatini
verdiği için mutsuzluğuna, bense onbeş dakikamı verdiğim için mutluyum.
Cep telefonları;
Kitle iletişim silahlarından; sıkıldığım şey. Sıkıldığımda, listemdekileri isimleri geziyorum, hayatımdaki insanlar... Birkaç rakam yanyana gelmiş, iletişimi sağlarken, benle iletişimdeler. Neye üzülüyorum biliyo musunuz; bikaç kontör kazandırmak için reklamlarda dönen dümenlere aldananlara, bilmem kaç dakikası bir kontöre konuşmak için yırtınan zavallılara... Samimiyetsiz, klasik bayram mesajlarına... Kontör dünyası bu kadar egemen hayatımızda. Üzerimde isteksizce taşıdığım bu aygıtı, küçükken elime tıkıştırdığım oyuncaklarım gibi görüyorum. Yaşımı oluşturan rakamlar, ben büyüsemde oyuncağımdaki rakamlarla ortak, tek ortak yanımız bu.
Futbol;
İştahlandınız di mi? Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, dünya kupaları, Fatih Matih Teriminiz, sizin dünyanınız benim için hiçbir şey ifade etmiyor (Doğa sporları dışında hiç bi spor dalı ilgimi çekmiyor ya.). Skor anlayışınız, renk fanatikliğiniz, dilinizden düşürmediğiniz marşlarınız hiç ilgimi çekmiyor. Sadece merak ettiğim, gol anındaki heyecanınızın nereden geldiği. İşte bunun için, ömrümün bikaç saatini beni ayağa kaldıracak, sesimin kısılmasına neden olacak, canlı olarak izleyebileceğim bi maça verecem.
Filmler;
Sıradışı aşklarmış, 2. dünya savaşı filmleriymiş, bilimkurgu, macera, dramaymış, komikmiş, trajikomikmiş, öyleymiş böyleymiş. Hepsini seviyorum. Milyonlarca doların her karesine değercesine yatırıldığı sinema sanatını seviorum. Hem kim sevmez ki bi Al Pacino'yu, hatta Charlie Chaplin filmlerini. Bunlarla büyümedik mi?
Kitaplar;
Okuyupta etkisinden kurtulamadığım kitapları, üstüste koyup, sonra da hesap vermek istiyorum; altını çizdiğim satırlara, tek tek. Kitaplarımın ayraçlarının hangi alemlerde gezdiğini öğrenmek istiyorum aynı zamanda. 2+2=4 sonucunu bana verip, 2+2' nin 4 etmediğine inandıra kitaplarımdan.
Gezmek;
Bir yerde okumuştum; 'Gezmek, yüz farklı yeri görmek değil, bir yeri yüz farklı gözle görmektir.' Yok yok, yüz farklı yeri yüz gözle de görebilirim ben. Biraz uzaklaşabilmek için (dünyanın neresine olursa olsun), bir bilete o kadar ihtiyacım var ki şu an. Gezme derken, annelerin günlerine götürdüğü, kol çantasındaki çocuk gezmesinden bahsetmiyorum; tek başına bir tur. Ölmeden önce yapmam gerekenler listemde ilk sıralarda sırıtmakta dünya turu; piramitler, BüyükKanyon, Tac Mahal... Bir elin parmak sayısından az yılım kaldı, defolmak için...
Müzik;
Hendrix gibi gitar çalabilmek, Morrison gibi sahnede show yapmak. Ya da 80'lere gidersek; yarasa kollu gömlekler, aslan yeleli saçlar, bandanalı karizmatik rockerlar, 'long live rock'n roll' diye bağıran gençlik. Onları yaşamayı çok isterdim. Bir şarkıdaki hayvani gitar solosu, bir vokaldeki ağlanılası çığlıklar, kendinden geçiren melodiler... Bazen öyle ilaç oluyor ki.
Progressive'ymiş, hardıymış, blues rock'ıymış; dönüpte insanın doğuşundan beri bu müziğe eşlik edesi, Woodstock-69'u canlı görebilmek için hayatından bişeyler feda edesi geliyor, en azından benim için geçerli bu.
Satranç;
64 kareye, şah mat olana kadar hayatımdaki insanları sığdırıyorum. Atlarla filler birbirine karışıyor. Filler çapraz zıplayacakken, atlar koşuyor, ben kalıyorum ortada. Kaybettiğim insanların her biri karelerde yerini alıyor. Kalelerim geçit vermiyor onlara. Her bi yana hareket eden piyonlarım, hareket etmez olmuş. 64. kareye yaklaşmak üzereyim, vezirimin beni rezil etmesi umrumda değil. Her hamle, 64 kareye olan inadım.
Resim;
Tanrı beni bu güzelim yetenekten mahrum bırakmış. Kapanıp bi odaya, renklerle oynamayı, kalemle bişeyler çizebilmeyi ne çok isterdim. Bi Picasso, bi Van Gogh ya da en sevdiğim ressam Salvador Dali olamazdım belki ama, isterdim işte, tuvalle sevişmeyi.

Şimdi neden mi bunları yazdım; yukarıdakiler benim ve sizlerin hayatında yer edinen şeyler. Ben hayatımı planladım arkadaşlar. TV dizilerindeki dramatik Türk dizileri gbi değil bu planlarım. Ya da bilgisyar virüsüne format atıpta yok edilebilinecek cinsten değil, bir futbol topunun peşinden deliler gibi koşacak kadar heyecanlı hiç değil. Telefon tuşları kadar gereksiz, telefonuma kayıtlı insanlar kadar önemli.
Ne mi?
Bir ev istiyorum!
64 odalı değil bu istediğim, içinde at koşturmayacam nasıl olsa. Altından gümüşten de olmasın sırça köşküm. Dört odalı olsun; bir odam müzik odası olsun,; sevdiğim albümlerle, sevdiğim rock festivallerinin afişleriyle dolu bir oda. Bi odam film odası olsun, arkadaşlarım geldiğinde onlarla izleyebileceğim filmlerim olsun. Bi odam resim odası olsun, tablolarla dolu, içine girdiğinde ilham kaynağının gelip (bir de yetenek tabi) bana bu ilhamı verebileceği bi oda. Son olarak bi odam da kitap odası olsun; içinde tüm başucu kitaplarının olduğu, kahveyle beraber yazı yazabileceğim bi oda.
Çok mu şey istiyorum? Beklentilerim boyumu aşıyor mu? Arsa, araba, hesap cüzdanları istemedim ben, hiç de gözüm yok onlarda. Soruma gelince, evet çok şey istiyorum; bi dünya şey. Kendi dünyamı istiyorum ben.

Hiç yorum yok: